31 Temmuz 2011 Pazar

Öyle

Bugün sinirliyim. Hava çok sıcak. Hiçbir şey yapasım yok. Her şey boktan.

Küfür ederek rahatlıyorum. Her şeye küfür ediyorum.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

gelişine bir sabah

Bir sabah yalnız başıma uyanıp hiç kimsenin olamayacak kadar benim olan belki de kimsenin hakkında hiçbir şey düşünmeyip sadece benim düşündüğüm kuytu köşemde otururken içimde tuhaf bir his vardı. Hep olmasını istediğim, bekleyip durduğum bir şey kendiliğinden gelmiş gibi bir sevinç, bir heyecan duydum: Bir öykü sözcükleriyle gülümsedi. Kaçırır mıyım? Anlattım kendime. Nasıl mutluyum.

Dinlediklerimden mi, okuduklarımdan mı, yoksa benim olan o önemli (belki de sadece benim için önemli) yerin yalıtılmışlığının biriktirdiği yılların bir anda beynime hücum etmesinden mi bilmiyorum, her şey -benim için, orada- sanki kendime anlattıklarımı anlatmam ve dinlemem içindi.

Belleğimi kurcaladım. Öyle bir yaşamışım. Bir gün şu an yaptığım şeyi yapacağımı bilerek yaşamışım. Geçmişle şimdim birbirine sarılıp bambaşka bir zamanın parçası olmuşlar. Hep beklediğim, hep istediğim gibi.

Anımsadım. Öykümü anlattım ve dinledim. Bu kadardı. Eşsiz bir andı benim için. Böyle kalmalıydı. Anlattığım öyküyü unuttum. Kendime anlattığım gibi anlatamayacağımdan, böyle olursa değersizleşeceğini düşündüğümden unutmuş gibi yapıyor da olabilirim. Değerli olan olduğu gibi kalmalı.

Böyle başladı:
"O şarkıcı kızı bulamayışımızın üzerinden beş yıl geçti. Bazen altı yıl geçiyordu. O anki ruh halimize bağlı kaç yıl geçtiği."

Sonrası uzun saçlarımız, masum başarısızlıklarımız, hayatımıza giren çıkan insanları umursamazca izleyişlerimiz, her şeyin inandığımız gibi olduğuna inanmalarımız... Sonu da hayatın bizi bambaşka yerlere savuruşu, parça parça dağılıp bir araya geldiğimizde her şeyin eskisi gibi olacağını sanmamız, sanılarımız, aslında olanların olduğu gibi olmayışları.

Böyle bir sabah işte.

24 Temmuz 2011 Pazar

"+DEn" hiç gitmediğim yer "+E" geri geldim.

Ben yine buradayım. Kilometrelerce uzakta, uzunca bir zamandır olmadığım, bir türlü de kendisin+DEn gidemediğim aslında, serin bir yerdeyim.

ben yine buradayım şarkısı: depeche mode - in your room. kilometrelerce uzaktayım şarkısı: the proclaimers - I'm gonna be

zaman hiç geçmiyor'dan çok korkuyorum. evet, zaman geçiyor da başka şeyler geçmiyor. ben hep olduğum yerde hep olduğum yere bakıyorum kafamın içinde ve şimdi karşımda pek bir gerçek duruyor. sigara içtiğim için utanıyorum çok. bardaklar bitecek de kahvemi hiç istemediğim o kupadan içeceğim diye kaygılanıyorum. eskiden olsa'dan farklı olan kupanın anlamı. üstünde kara var.

hem kaçıyorum. dün de dışarı çıktık. hem de heyecanlıyım ki. böyle kaçmalı, kovalamalı bir süreç yaşıyorum. yorulduk. uykumuz da geliyor. güzel uyuyoruz, serin serin. belim ağrıyor ama, sığamadığımdan, yamuk kıvrıldığımdan.

her şey güzelken her şeyin aynı olmasından korkmak saçma ama. güzel yani, aynı olsun varsın. hala aşkı memnu izlesem ne olacak, olsun varsın.

kitap okudum. çok sevdim. kitap okuyacağım çok seveceğim. burada kitap okumayı da seviyorum.

ben yine buradayım.yine gidemeyeceğim.

19 Temmuz 2011 Salı

özümde eleştiriye açık bir insanım

bir gün yazdıklarım, insanların hakkında düşünebilecekleri kadar önemli ve değerli olabilecek mi? okuyanların biraz olsun düşünmelerini hak edecek mi? bunları düşünüyorum. (az sonra tandansı)

yazı hayatımın büyük bir kısmında çok önemli oldu benim için.

kendimi çok basit görmüyorum. sıradan olabilirim, ama basit değilim.

uzun yazı okuyamayana kısacık yazayım dedim.

bu kez ısmarlama oldu biraz. sanki benden değilmiş gibi. pek yabancı. tatsız ve basit. özenti.

bir gün paragraf sorularının paragrafı olacak paragraflar yazacağım. insanlar küfredecekler bana, böyle de cümle kurulmaz ki arkadaş diyecekler. böylelikle pisliğin bir parçası olacağım.

ya da kafama göre yazacağım. buraya.

bak yazdım.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

yüzde elli saçmalama hakkımı kullanıyorum

Zor ve anlamsız bir süreçten geçiyorum diye başlardım eskiden. Canımı sıkan ne varsa dökerdim, allayıp pullayıp sorunlu edebiyatı yapardım. Ergenlikten kurtulamamış, duygularına hakim olamayan, asosyal bir insandım. Böyle şeyler yazdığımda lafın nereye gideceğini birileri biliyor. Ne kimseye "Git kendini sevdirmeden" diyeceğim, ne de birinden bir ışığı açıklamasını isteyeceğim. Zaten kime diyorsam bu yazdıklarımı okuyamayacaklar. Birinin internetini kesmişler borcundan dolayı. Neyse. Anlatacağım şey bununla ilgili değil. Sanatsal uçan tekme olayını sevdim, tespit yapayım diyorum bu yüzden.

Bir söz sanatı olayına dikkat çekmek isterim. Söz sanatından kastım teşbih, tecahül-i arif gibi şeyler. Bir sürü edebi sanat var, ama benim favorim hüsn-i ta'lildir. Hemen bir örnek veriyorum:

"Look at the stars,
Look how they shine for you." (Coldplay'in Yellow türküsünden)

Çok sevdiğim bir şarkının çok sevdiğim girişidir bu. Hüsn-i ta'lil deyince aklıma gelen ilk örneklerden biri. Hatta buna şibh-i hüsn-i ta'lil bile diyebiliriz.

Yabancı şarkılarda, şiirlerde sanki sadece bize özgüymüş gibi görünen söz sanatlarına rastlamak hoşuma gidiyor. Klasik Türk şiirinden esinleniyorlar sanki. Gönül kafesinden çıkmak için can atan kuşlar, gülün ahını alan bülbüller, güvercin topuklu, gerdanı püskürtme benli sevgililer... Yabancı şarkılarda da var bunlardan.

Misal:
Guns n' Roses'ın Patience adlı şarkısındaki müthiş sanatsal söyleyişe bir bakalım. O şaşaalı divan şiirinden eksik kalır yanı yok bana kalırsa. (Sana kalmasın diyen varsa bu örnek pek hoş olmayabilir. Kimsenin benden nefret etmesini istemem. Hem haklısınız, bana mı kaldı?)

----Spoiler----
"...little patience, mm yeah, ooh yeah,
Need a little patience, yeah
Just a little patience, yeah
Some more pati... (ence, yeah)"
----Spoiler----

Özellikle some more pati olayına hastayım. Bir pati ancak böyle içten, böyle güzel anlatılabilirdi.

Hülasa edebi sanatların (edebi sanat demeyi severim. sanki sadece bunlar sanatmış gibi, pek özelmiş gibi, başka yokmuş gibi---ironisi) yabancı şarkılarda kullanılmasını destekliyorum.

Bir diğer konu. Ne yaparsam yapayım bu yazının başında söylediklerimden kurtulamayacağım. Uyumak dışında tabii. Uyuyunca her şey geçiyor, aklımda ne varsa hepsinden kurtuluyorum. Şehrin pis sokaklarını temizleyen yağmurlar gibi benim uykum. Bu arada Şairin Romanı'nda manyak bir cümle okudum, pek fenaydı. Gidip o cümleyi kitaptan bulup da buraya yazmayacağım. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: Yağmur her yere yağar, yer ayırmaz. Ondan yararlanması gereken kendi düşünsün ne kadar nasipleneceğini. BÖyle bir şeydi ya da ben uyduruyorum. Çaresizce sallıyor olabilirim. Uyku siler atar, insanı kendine getirir.

O değil de (tarza bak yahu) asıl dert konuşmak istememem. Konuşmak yani. Sözcükleri sesli söylemek. Yazmakta ve dinlemekte sorun yok. Ama konuşmak istemiyorum. Bana bunu da yaptınız ey insanlar! (Oğuz Atay da olmasaydı nasıl anlatacaktım derdimi bilmiyorum) Konuşmaktan kaçıyorum--- Aşırı yorum: Misanthrope.

Söyleyememek. Anlatamamak. Önemsenmediğini düşünmek.
Ne kötü şeyler.

En kötüsü: İnsan olmadık zamanlarda yakalanır hastalıklara, ummadığı anlarda her şey berbat olur.

Bugünümü sevemedim, ne yazık.




           Coldplay - Yellow

17 Temmuz 2011 Pazar

gölgesine basan yazı

Gelecek tasarımlarım bitmiyor. Elimde olanlara bakıp neler yapabileceğimi hayal etmeye çalışıyorum. Elimde olan az, hayal gücüm sığ ama yaşam bahane kabul etmiyor.

Kendimden yeni bir "ben" yaratmak düşüncesi aklıma gelip duruyor, heyecanlanıyorum. Ben eskidim çünkü, yenisini yapmak gerek. Eskisinin tadı kalmadıysa yeni olan heyecanlandırır. 

Bütün mesele kendimi yıkabilmekte. Hangi cesaretle?
Yıkmak kolay ama yapmayı göze alabilmek ne kadar zor.

Usta bir terzi kumaşı eline aldığında o kumaştan ne çıkarabileceğini bilir. Kafasında çizer, kesip biçer, diker. Sonra da kafasındakini kumaşa uygular.
Usta bir marangoz ağaca bakınca kim bilir neler tasarlıyordur.
Ya bir şair? Nasıl inceltir hayatı, nasıl damıtır, nasıl süzer?
Bir filozof nasıl görür en sıradan olanın içindeki sıradan olmayanı?
İnsanları bir bakışta çözecek kadar ustalaşanlara ne demeli. Bir sözüyle nasıl da beni anlamış bu dedirtirler.

Ustalaşmak mesele.

Elimde olan bir tek ben varım. Bunca yıl kendimle uğraşıyorum ve değişim beni buldu. Hayatın en çok dayattığı şeylerden biri bu, değiş diyor bana sürekli.

Hep az gördüm kendimi. O yüzden zor geliyor değişmek. Az değilim ben; çok deştim, çok kurcaladım kendimi, çoğaldım hep. Çok şey öğrendim içimden. Ustalaşmadıysam bile acemi de değilim.

Kendimden yeni bir ben, düşündüklerimden yeni düşünceler, sözlerimden yeni sözler yapacağım.
Can sıkıcı. Ama ben değerim buna. Herkes buna değer.

Tümden yıkmam da gerekmiyor kendimi. Gereksiz ayrıntılarımdan kurtulsam yetecek. Elimde kalanları da kesip biçip yontarım, damıtıp damla damla biriktiririm kendimde. Kimsenin göremediğini görüyorum, herkesten çok tanıyorum kendimi.

Yıkmak ve yapmak imkansız değil.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Sanatsal Uçan Tekme

Aylak aylak dolaşırken bir şey çarptı gözüme. Ian Gamache: artist: Bir önceki yazımı yazdıran insan. 
Bir insan nasıl artist olur, gördüm. O beni görüyordu. Beni görmesinin ve gördüğünü göstermesinin onun kendini sanatçı olarak tanımlamasına yettiğini düşündüm. Beni hiç tanımıyor üstelik. Ama görüyor, anlıyor ve anlatıyor. Çubuk adamlarla hem de.


Birkaç resmi görür görmez etkiledi beni, çağırdı. Kendilerine baktırdılar. Resimden, kolajdan pek anlamam (fotoğraftan da). Anlamadığım bir şey beni içine çekiyor ve hiç aklıma gelmeyen, kelimelere dökemediğim şeyler düşündürüyor. İmgelerle düşünüyorum ve kelime karşılığı yok bunun. Ses imgesi gibi. Post-rock'ın tınısı benim için neyse bu adamın resimleri de ona dönüşüyor. Hem de oldukça sert bir şekilde çarparak, yaralayarak, acıtarak. 


Ayağa kalk! diyen de o. 

Gören ve tedirgin eden, yıpratan ve dönüştüren de.















Ian Gamachi









 

  


 Godspeed You! Black Emperor - Moya

görüyorum sizi

...
saatlerce anlatacaklar size ne olduğunuzu, günlerce ya da aylarca. yine de anlamazsınız. biri çıkıp tek bir şey gösterecek, bir anda içinde bulacaksınız kendinizi. ne gösterdiyse onun bir parçası haline gelip sarsılacaksınız. saydamlığınızı yitireceksiniz. kaskatı kesileceksiniz. artık akmayacaksınız.

başınıza bir şey gelecek, ancak o zaman anlayacaksınız.
















ian gamache 2011

14 Temmuz 2011 Perşembe

İnsan: Tanım, tanın, tanısı. Tanı.

İnsan: Tanımlanabilir karmaşık canlı. Yığınla tanım yapılabilir insan için. Karmaşıklığından dolayı da bu tanımlar çok dallanıp budaklanır, olur olmadık şekillere bürünür, çeşitlenir. İnsan tanımlarına çok maruz kaldığımı düşünüyorum. Amacı ne olabilir? Niye bu tanımlar gerekli? Tanımlanmasa da olmaz mı?

Bütün düşündüklerim arasından bir tanesini sıyırdım: Anlatmak için tanımlanır insan. İnsanı insana anlatmak. Bu çok gereklidir, çünkü insan insana hem dost hem de düşmandır. Kendimizi insanlardan korumak için ve kendimizi onlarla çoğaltmak için anlamamız gerek insanı. Tanımlar da bir tür anlamlandırma gereçleri.

Benim insan tanımım çok basit ve yüzeysel. Bir hiçtir insan bana göre. Bu onun özgürlüğüdür, var olmasını zorunlu kılan en önemli özelliğidir. Başkalarının tanımlarından da aklıma en çok yatanı ve öyle olduğunu düşünmek istemesem de öyledir dediğim tanım şudur: İnsan, değer yaratabilen tek canlıdır. Acımasızca sorgulamaya açık bir tanım bu. Acaba öyle mi gerçekten?

Değer yaratabilen insan. Çok vardır bunlardan. Ama sadece bu mudur onun özelliği? İnsan değer yaratabildiği gibi değeri ortadan kaldırabilir de. Yaptığı gibi yıkmayı da çok iyi bilir. Kendini, doğayı, türünü yok edebilir; anlamları bozabilir, kendisini var eden şeyleri bir çırpıda atabilir. İçinde iyilik ve kötülük bir aradadır. Diğer canlılar iyilik ve kötülük kavramlarıyla bir arada düşünülemez. Diğer canlılar iyi ya da kötü olamazlar. Bu sadece düşünen canlının yaratabileceği bir şeydir.

İnsan kıskançtır. Bencildir. İlkelliğinden hiçbir zaman kurtulamayacak olandır.
Bazen de saklamayı, saklanmayı ya da kötülüğüyle yaşamayı öğrenmiş, ehil olmuştur.

Büyük oranda ne olacağımıza kendimiz karar veriyoruz. O yüzden acımıyorum (ya da acımamam gerek) bazı insanlara. Kendileri istemişler böyle olmayı diyorum (nasılsalar öyle olmayı.) Tabii ki bazı insanları olmayı istedikleri gibi oldukları için çok beğeniyorum (nasılsalar öyle oldukları için.) Hayranlık bile denilebilir buna (Yine de o kadar zorlamaya gerek yok).

İnsanı seviyorum. İnsandan nefret ediyorum.

(sevmek yazmak gibi geçişsiz bir eylem olmalı. nefret etmek geçişsizdir ve daha baskındır bu yüzden.)
(yazmanın geçişsiz bir eylem olduğunu da roland barthes söylemiştir. bu konuda kafasına çok şey takılıyor haklı olarak ama yine de böyle kabul eder.)
(nefret etmek neden geçişsiz bunun üzerine düşünmek gerek. sevmek-nesne ilişkisi diğer dillerde de hep bizdeki gibi midir? nefret etmenin öyle olmadığını biliyorum. Biz bir şeyden nefret ederiz. Bir şeyi nefret etmeyiz. İngilizce konuşan dünya "I hate you" der örneğin. geçişlidir onların nefretleri.)

Koskocaman bir ACABA. İçini dolduramadım.

Bu kadar bu yazı :)

Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları


Çok değil, bundan birkaç yıl evvel çok sevdiğim bir insan olan Kaan (Negatif) insanıyla, Tutunamayanlar'dan esinlenerek bir araya geldiğimizde Turgut ve Selim gibi buluşmalarımızın "tutanaklarını" tutalım dedik. Aslında çok güzel bir fikirdi, hatta eğlendik bile tutarken. Sonra üzerinden zaman geçti, tuttuğumuz tutanaklar unutuldu gitti, derken bir gün odamı toparlarken tutanakları yazdığımız kağıtları buldum evde, tekrar tekrar okudum hepsini. Geçmiş günleri kaydetmek fazlasıyla güzel bir şeymiş, hele ki en sevdiğin insanla beraberken. Okurken çok eğlendim, eski günleri hatırladım.

En çok üzüldüğüm şey ise, topu topu iki tutanak tutmamızdı. Devamını nedense getirmemişiz. Keşke devam ettirip birçok tutanak tutsaymışız. Ama belli mi olur, şimdilik eski günlere ait iki tutanak var daha sonraki günleri tutmaya devam edip çoğaltabiliriz bunları.

Lafı fazla uzatmadan, bundan üç yıl öncesine ait bize ait buluşma tutanaklarımızı yazayım buraya umarım sıkılmadan okur insanlar; iki uzun tutanak;



19/11/2008 Çarşamba Saat: 16:56,5
Yer: Deniz'in Ezgisi - Ufo'nun Altındaki Masa

-Abuk Bir Günün Negatif Tutanağı-


İşbu tutanak Abuk bir şahsiyet olan Emrah ile Negatif düşünceler içinde debelenen Kaan adlı kişilerin günlük olağan edebî, fikrî ve gereksiz tartışmalarına tanık olsun diye tutulmaya başlanmıştır. Bu fikir Emrah'ın iki gün önce Manisa'dan Salihli'ye trenle gelirken kafasında belirdi. Bu fikri Kaan'la paylaşınca "tamam ulan yapalım" denildi ve ilk adım olarak da bu ilk tutanak tutuldu. Bu tutanak tutma fikrinin babası Oğuz Atay'dır. Oğuz Atay'la ilgili düşüncelerimizi daha sonraki tutanaklarda genişçe ele alacağımızdan şimdilik o kısmı boş bırakıyoruz. Bu tutanaklarda bir giriş bölümü olup günün anlam ve önemi belirtilip etraflıca özet yapılacaktır. İkinci kısımda da günün içinde tartışılan konular maddeler halinde alt alta sıralanacaklardır (Şu anda Ferhat Göçer Hasta ve Yasta şarkısı çalmakta. Ortak görüşümüz Ferhat'ın şarkıcılığı bırakıp doktorluğa geri dönmesi yönündedir). Üçüncü bölümde ise Emrah'ın ve Kaan'ın tartışılan konularla ilgili ya da tamamen konulardan bağımsız dağınık düşünceleri olacaktır.

BÖLÜM I

Günün Anlam ve Önemi:

Uzun zamandır uykusuzluğuyla cebelleşen Kaan insanıyla, sorumsuzluğunun kurbanı olup duran Emrah insanı için bir dönüm noktası olması umulan bu günde, maalesef ki, sağanak yağmura yenik düşülmüş, yağmura karşı alınan önlemler başarısız olmuş, şemsiye tedarik edildiği halde kullanılamamıştır. Fakat bunlar iki kahramanımız için pek de önemli değil. Onlar makus talihlerinin gidişatının önüne geçebilmek adına ahanda bu önemli tutanağı tutmak gibi mühim konulara el atmak suretiyle az da olsa Salihli'deki (Salli'deki) bu bombo(ş) hayatı anlamlandırmaya çalıştılar (Bunun ilk tutanak olmasından dolayı yer yer tutarsızlıklar olacağını adları gibi bilen bu müzmin delikanlılar sözü fazla uzatmadan diğer bölüme geçmek istediler).

Yağmurlu bir gün olması sebebiyle halledilecek işlerinin pek azı başarılabilmiştir. Kütüphane-telefon-marangoz üçlüsünden sadece kütüphane kısmına gidilebilmiştir. Emrah'ın sorumsuzluğuna dair pek bir şey değişmese de Kaan uykusuzluğuna derin bir darbe vurmuştur. Bunlar gidişata bir dur demek için yapılan ilk girişimlerdi (Bozuk Türkçe'nin ve dandik metin yapısının kusura bakılmaması insanlık adına gereklidir).

==>; Burada tarçın molası verilmiştir.

BÖLÜM II

Tartışma Konuları:


1. Dün gece paylaşılan filmler tartışıldı (Wall-E, March of the Penguins). Wall-E filmi bir animasyon olup fazlasıyla tatlı bir filmdir. Bir robota bu kadar duygu yüklenebilirdi ancak. Eve (Wall-E'nin deyimiyle Eva)' e hasta olmadık değil. Diğer film, İmparator Penguenler üzerine bir belgesel olup bizi görsel şölene boğmasının yanında İmparator Penguenler hakkında güzel bilgiler sundu (Tutanağımız bu arada Ali Ağabey tarafından tarçın dökülmekle tehdit edildi).

2. Gelincik adlı lanet filmin konusu bahsolunmuştur. Ruhlara zarar bir filmdir, uzak durulması tavsiye edilir.

3. Kaan annesiyle kısa süreliğine "çarşı mı, pazar mı?" tartışması yaşayıp, ortalığı germiştir. Sonuç alınamadan da ev terkedilmiştir.

4. Sahi kar neden yağar? Bu soru önemli, cevap bulmak lazım buna (Kaan'ın zorlamasıyla önemli sözcüğünden sonra virgül konuLmuştur)!

5. Tutanağın başındaki saat konusunda da ufak çaplı tartışma yaşandı. Saatin biri 16:56 diğeri de 16:57 idi. Sonunda aritmetik ortalaması alındı ve 56,5'te karar kılındı. Bu tartışma da böylece tatlıya bağlandı.

6. Cem Mumcu'nun ne kadar dandik bir hikayeci olduğu ve Tuna Kiremitçi denilen ne olduğu belirsiz (yazar/müzisyen/editör/süper sevgili/koca/ya da hiçbiri, ileride Hülya Avşar gibi tenis kortlarında görmek istediğimiz bir kişi vs.) bir adamın bile ondan daha iyi olduğu tartışıldı. Okuyanus yayınlarından bir daha kitap alınmamasına karar verildi.

7. Tartışma programları neden misafirliğe gidilirmiş gibi yapılır? sorusuna cevap arandı. Pelin Batu'nun Kısa Devre programında Mazhar Alanson'un laf giydirmeleri güzel bir şekilde anıldı. Pelin Batu'nun programdaki işlevi tartışıldı.

8. İlk tutanak olması sebebiyle tartışma konularının kısa tutulması yönünde karar alındı.

BÖLÜM III

Sonuç:


Emrah: "Şahsi kanaatim, bu tutanağın bize faydası olacağı kesindir. İleride, örneğin biz çoluk çocuğa karışıp yaşam kavgası verirken bunları okuyup az da olsa bizi gülümsetecektir. Daha da ileri gidersem, bu tutanaklar bu çağın altın bir anahtarı bile olabilir. Önemli olan bunları okuyanın bu anahtara uygun kilidi bulabilmesidir. Gerisi ipin ucundan sonraki kısımlarıdır. Burada ipin ucu da önemlidir. Uçları fazla kaçırmayalım ama, ne olur ne olmaz. Yanlış yargılara bile varabiliriz. Şu anda şiddetli öksürüyor olsam bile umursamıyorum bunu. Üzerine sigara üzerine sigara içiyorum, çivi çiviyi söker mantığıyla (Sübyancılık kötü bir şeydir). Bu fikir sonucu ortaya çıkan bu tutanağın devamının gelmesini umuyorum, yoksa buradaki hayat çekilmez. Yukarıdaki maddelerin kronolojiye göre gitmemesi, dağınık bir şekilde sıralanması doğaldır. Çünkü benim ve Kaan'ın kafası normal zaman akışına göre şekil alsaydı, ikimizin de hali harap olurdu. Neyse, son sözüm güzel bir başlangıç, devamını bekliyorum dört gözle...(kib, bye, pls,muck vs)"

Kaan: "Bu tutanağa istinad olmuş hususlar hakkında elbette söylenecek çok söz var. Günlerin getirdikleri (ve götürdükleri çoğunlukla) hakkında konuşabiliyor olmaK, özellikle böyle eğlenceli bir tutanakta ayrıntıları görebilmek açısından oldukça faydalı. Günlerin solmaya başladığı şu mevsimde hayatımızı renklendirecek şeylere ihtiyacımız olduğu kesindi. Belki farkında olmadan rengimizi paylaşarak bulabileceğimizi düşünmüşüzdür.

Günleri bu ve daha sonraki tutanaklarda seyredebilecek olmamızı (yıllar sonra bile) düşününce anılarımızın hayatımızdaki önemini bir keZ daha anlıyorum. Bugünü yaşadık iyisiyle, kötüsüyle diyebilmek ve bugünümüze gelecekten bakabilmek için bu yaşadıklarımız oldukça önemli. Her bir sözümüz bizden bir parçayı bilmediğimiz günlere taşıyacak. Belki bir gün birileri yazdıklarımızı görüp bunlara gülecek ya da bunlara önemli belgeler (?) diyecek, belki bir gün önemli olacağız birileri için ya da çok ünlü olacağız. Belki de zengin oluruz, belki üstümüzden bir kuş geçer. Bilemeyiz şimdiden. Bildiklerim bugün yaşadıklarımla sınırlı.

Bu tutanakta önemli gördüklerimize yer vermeye çalıştık. Tabi Cemal Süreya'nın 999. Gün - Üstü Kalsın adlı kitabındaki ters sayfalardan bahsetmeyi unuttuk. Halbuki bu yaşamsal bir öneme sahipti. Olsun. İleriki tutanaklarımızda bunlara daha çok dikkat ederiz.

Son olarak bize bu tutanağı tutma fikrini veren büyük üstad, canımız Oğuz'cuğum Atay'ı anmak isterim. Ruhu şâd olsun...



-------------------------------------------------------


22/10/2008 Cumartesi Saat: 18:41
Yer: Espresso Cafe - Yine Ufo Altı Bir Masa :)


Giriş:

Dün için bir tutanak tutamadığımız için üzgünüz. Çeşitli sebepleri olmakla beraber bu konuyu niye esgeçtik bilmiyoruz. Neyse o kadar da önemli değil. Bugün bunu elimizden geldiğince telafi etmeye çalışacağız.

Günün Anlam Ve Önemi:
Emrah: Salihli'de sonbaharın yerini kışa bırakmaya başladığı günlerden bir gün. Lodos şiddetlice esiyor. Arada elektrik kesintileri olmakta ve arada yağmur çiselemekte. Bunlar psikolojimizin üzerinde etkiler bırakıyor haliyle. Bir şeyler yapmaya can atamıyoruz önceki günler gibi. Hala hastayım ama öksürük yavaşça azalıyor gibi. Tüm bu olumsuz hava koşullarına rağmen umudumuz fazlasıyla yeşerik. Örneğin az önce çıkar umuduyla sayısal loto bile oynadık (köpeğin duası tutsa gökten kemik yağardı). Bir sürü yapacak iş var. Ödevler var. Neyse olur hepsi, buna da şükür. Fazla uzatmadan Negatif Bey' e bağlanalım, güzel tutanaklar falan. Bunu söylemeyi çok istiyorum; "Hayat ne güzel vapurlar falan..."

Kaan: Dünün tutanağı için üzüldük dedik ama es geçtik demedik. Kaçırılmış bir günü böylece bir kez daha kaçıramayız. İçimi dökeyim dedim. Tutanak, gittikçe günceye benziyorsun. Biliyorsun dimi?

Bugün önemli benim açımdan. Son bir hafta uykuyla aramdaki anlaşmazlıkları çözmekle uğraştım. Bugün uykusuzluğu alt ettim. Daha mutluyum şimdi.

Sabahtan beri bugün ne güzel bir gün deyip duruyorum. Emrah Bey bu havaları pek sevmese de ben böyle havalarda yaşadığımı hissediyorum. Genel ruh halimden olsa gerek. Taptaze bir sabaha uyandım. Bu sabah (dün gece demeyi de isterdim) dağlarda dolaştım. Evde yok muydum? Birazım hep evveldir benim. Bir yerde olmamak nasıl bir şey. Aslında o kadar yerde yokuz ki varolduğumuzu sandığımız yerlerde bile olamıyoruz bu yüzden.

Her şeyden ötede bir yer var bizim için. Sürekli durduğumuz bir yer. Olduğumuz ama her zaman farkına varamadığımız bir yer. Burası dediğimizde bir burada'mız da oluyor ya bunları yazdıran da orada olmamız aslında (Silgimiz yok, o yüzden saçmalasam da silmiyorum, ben böyle seviyorum) (Bu abuk (Abuk) insanın kalemini bir türlü sevemedim) (Ayraçları seviyorum çünkü asıl söylemek istediklerimi onların arasına saklıyorum galiba).

Rüzgarı ve yağmuru seviyorum. Havanın kararmasını da...
Başkaca bir şey yazmayacağım.

BÖLÜM II

Tartışılan Konular:


1) Dün niye tutanak tutmadık? Geçiştirilmemesi yönünde karar aldık. Böyle bir şeye kalkıştıysak eğer devamını getirmemiz lazım ve elimizden geldiğince beraber geçirilen güne tanıklık eden yazıları çıkarmalıyız. Bu yaptıklarımız tarih işçiliği içine girse de biz öyle görmüyoruz. Yaşadıklarımızı yazıya geçirirken düşünüyoruz aynı zamanda.

2) İkimizden birisinin mutlaka geç kalması tartışıldı. Gerçi son zamanlarda geç kalan taraf Emrah olsa da, başlarda Kaan kalıyordu. Emrah'ın evinde inşaat olması yüzünden buluşmaya beş kala son dakika iş çıkmasından kelli geç kalıyor. Kutsal ışıklarda buluşmaya geç kalınmaz. Işıklar beklemez. Neme lazım, birden kırmızıdan yeşile dönebilir.

3) Emrah'ın Hasan Ali Toptaş' a Facebook' tan mesaj atması ve Hasan Ali Toptaş'ın Emrah'a yazdığı cevap üzerine konuşuldu. Kaan ortaya "Ulaşabildiğimiz kadar yazar, şaire ulaşmalıyız" düşüncesini attı. Bu konu üzerine yoğun çalışmalar içine girebiliriz.

4) Espresso'da canlı müziğe kalıp kalmama tartışması yapılıp aşırı merak üzerine kalınmaya karar verildi. Bakalım nasıl olacak bekliyoruz hala. para konusunda güçlerimizi birleştirdik. Karnımız aç, sütten nescafe içmek üzereyiz. Bekliyoruz.

5) Son zamanlarda kitap okuyamayaşımız canımızı sıkıyor. Hesapta olmayan işlerin zırtdadanak çıkması sinir bozucu. Bir şeyler yapmak için can atarken, çıban gibi bir şeylerin çıkagelmesi zaten bugünlerde az olan bu isteğimizi gittikçe köreltiyor.

(İyi ki kalmışız canlı müziğe :) )...

6) Camcıya gidecektik unuttuk

7) Bunca maddeyi yazdıktan sonra bizim abuk insanımız ne yazacağız dediği zaman çok sinir oluyorum.

8) Bu kadar.

BÖLÜM III

Sonuç:


Kaan: Bir gün daha böylece geçti diyemiyorum. Gün geçmedi henüz. Belki de yeni başlıyordur. Bugünün bol kitap okumalı bir gün olmasını isterdim. Ya da gün böyle iyi. Her şeyin bir yeri ve zamanı var. Yazılar gitgide kayıyor. Yazarımız tıkandı. Saçmalamaya başlamadan önce kesmek en iyisi. Hoşça kal tutanak.

Emrah: Mum ışığında yazıyorum. Fazla romantik oldu sanki. Aşırı bir duygu yükü bindi üzerime. Giriş bölümünde Kaan Bey değinmiş; böyle havaları gerçekten sevmiyorum. Dört sene zaten yeterince çektim. Bulutlu, kasvetli havalar bana göre değil. yatağıma koşasım geliyor. Tutanakta günce havaları esiyor. Demek ki günce düşündüğümüz gibi hayatımıza iyice işlemiş.

---
Kadriye Gazel
Laurent Mignon - Çağdaş Türk Şiiri' nde Aşk, Aşıklar, Mekanlar (Hece Yay.)
Tahir Alay - Ülkücü Bir Yazarın Romanı
Şevket Toker - Nev Yunanilik
Yahya Kemal ve Şiir Sanatı - Mehmet Kaplan
---

(Yukarıda Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri dersinde verilen kitaplar var, silemedik. Laurent Mignon kişisi, sonradan müslüman olmuş hoca anlattı. Neyse tutanağa geri dönelim) Oturdukça canımız sıkılıyor. Edebiyattan koptuk gibi... Biraz edebî sohbet etme zamanı! Öperim gözlerinden hayat!

Not: Ali Abi'nin çayını unuttuk. Gün geçtikçe iyice bayatlaşıyor. Uyarmak lazım.











Tümü buradan alıntıdır.

10 Temmuz 2011 Pazar

Endemik. Çifti Bozmak.

Bugün var, yarın yok. Endemik düşler.


bugün var, yarın da var.

bugün yoksa yarın vardır, başlamıştır bugün, yarın. Bugün yoksa.

Vazgeçmek zamanı, neyimiz varsa hepsinden.

Çifti bozmak zamanı artık, zamanı geldi.

Verimsizdim zaten.

Bak! Bu da bitti.

Gerçekten de her şey---

Kusurlu olacak kadar mükemmel değil.

O yüzden yeter bu kadar kurcalama.

Mutluyum. Yeter.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Kısa 2

Hala boşluk. Hala beyazlık. Hala "Mu".
Hala saygı sembolü:
Yalınlık, yalnızlık.

Boşluğu geçtim. Nüans var şimdi. Benimle onun arasında, seninle benim aramda, bizimle onların arasında.

Bir yerlerde.

Genel özeldir. Özel geneldir.

Ama nüans bizimdir. Bize aittir, bizi ayırandır.

Nüans: Boğaziçi Köprüsü gibi.
İncecik. Dibinden bakarsan değil ama.

Bunun şarkısı da var. Fark var falan diyor ya. Öyle aslında. Fark var.
Fark var, ama olmamasına uğraşıyorlar. Çünkü sevmezler farkları.

İnsanları ortalamaya indirmeye ya da yükseltmeye çalışırlar. Her anlamda.
Fark olmasın, uçlar olmasın,  ortalama olsun. Dağılmasın insanlar, düşündüklerimiz aynı olsun, hepimiz aynı ideallerin peşinden koşalım. Bunları istiyorlar.

Farklılıklarımızla birlikte olabildiğimiz zaman her şey çok daha farklı olacak.
Basitçe: Başkasında zaten olan bir şeyi ona vermektense onda olmayan ama onun ihtiyacı olabilecek bir şeyi ona vermek daha anlamlı.

Yani:
Bende, sende olmayan bir şey varsa ve onu seninle paylaşabiliyorsam daha mutlu olacağız diyorum.
Sende olmayıp da bende olan şey farktır.


Bir de şunu diyeceğim:
Japonlar yemeklerini çatal ve bıçakla kesmeyi saygısızlık olarak gördükleri için çubuk kullanıyorlarmış. Ne kadar nazikler.

Roland Barthes okuyorum. Nüans ve Boşluk oralardan geliyor.


Yazıları 'nasıl' yazdığımı yazmayacağım artık. Öyle olması gerektiğini düşündüm.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Umutlardan Oyuncak Arkadaşlar Yapmak: Mary, Max ve Biz

(Başlamadan önce söyleyeyim: Mary And Max adlı film hakkında bir sürü şey yazdım buraya. Filmi izlemediyseniz bütün olayı anlatıyorum, yazıyı okumanızı tavsiye etmem. İzlemeyip de illa okuyacağım diyorsanız ki bu ihtimal pek zayıftır, okurken küfür etmeyiniz lütfen. Bu yazıyı okuduktan sonra filmi izlemenize gerek kalmayacak, çok şey anlattım çünkü. Filmi izledikten sonra yazıyı okumanıza da gerek yok, filmde olandan başka bir şey yazmadım. Evet, hiçbir şekilde okunması gerekli olmayan bir yazı bu. Ama film hakkında okunması mümkün bir yazı lazımsa buradan o yazıya ulaşabilirsiniz. Oldukça güzel bir yazı.)

Gerçek bir öykümüz var yine. “Based on a true story” Seviyorum bunu. Her türlü anlamı bakımından. Bir öykü. Gerçek bir öykü. Hep takılırım buna. Yaşantıların öyküye dönüşebilmesi hoşuma gider, imrenirim öykü olarak anlatılabilecek yaşamlara. İnsanlar demek ki başkalarının da ilgisini çekebilecek şeyler yaşayabiliyorlar diye düşünürüm hep.

Filmimiz, Mary’nin, evinin penceresinden bakarkenki görüntüleri eşliğinde tanıtılmasıyla başlıyor. Burada Mary bir şeyler arayan gözlerle bakıyor. Bir şeylerin eksik olduğu duygusu yerleşmiş yüzüne. Dışarıda iki küçük köpek var, birbirleriyle oynuyorlar, biri diğerinin sırtına çıkıyor. Karşı komşusunu gördüğünde yüzündeki o eksiklik ifadesi değişiyor, küçücük gülümsüyor. Komşusunu eliyle selamlıyor ve komşusu da ona güzel bir gülümsemeyle karşılık veriyor. Anlatıcı eşzamanlı olarak Mary Dinkle hakkında şunları söylüyor:

“Mary Dinkle'ın gözleri çamur rengindeydi. Kaka renginde bir doğum lekesi vardı. Cumartesi öğleden sonraydı ve canı sıkılmıştı. Sırtına çıkıp oynayabileceği bir arkadaşı olmasını istiyordu. Mary'nin mısır gevreği kutusunda bulduğu ruh hali yüzüğü griydi. Bu durumda tabloya göre ya dalgın, ya aşırı hırslı ya da açtı. Tek arkadaşı en sevdiği çizgi dizideki Nobletler'di. Dükkanlarda satılan gerçek oyuncaklardan değillerdi. Deniz kabuklarından, sakız paketlerinden, ponponlardan ve cuma akşamından kalan tavuk kemiklerinden yaptığı oyuncaklardı. Tüm oyuncaklarını kendisi yapmıştı, ve en sevdiği oyuncağı patates cipsi paketlerini fırına atıp küçülterek yaptığı "büzüşmüşler"di.”

Mary’nin kim olduğu hakkında önemli bilgiler bunlar. Buradaki ayrıntılar ileride karşımıza çıkacak. Doğum lekesi (kaka rengi olması özellikle çok önemli), can sıkıntısı, arkadaş, ruh hali yüzüğü (bu yüzükle ilgili anlatılacak çok şey var),  tablo, nobletler, oyuncaklar… hepsi çok güzel işlenmiş filmde. Her biri ayrı bir konu. Çokanlamlı göstergeler.

Anlatıcı daha sonra Mary’nin babasını tanıtıyor. Noel Norman Dinkle iplikleri çay poşetlerine bağlayan bir fabrikada çalışıyor. Burada 40 yıl çalışıp 40 milyon poşete iplik geçirdikten sonra emekli oluyor ve bildiğimiz emekli hayatı yaşamaya çalışıyor. Saçma bir sebepten ölüyor. Filmde varlığı pek hissedilmiyor. Mary’nin en sevdiği çay Earl Grey. Bir gün Earl Grey adlı biriyle evlenip İskoçya’daki bir şatoda dokuz bebek, iki ördek ve Kevin adındaki bir köpekle yaşamanın hayalini kuruyor. Babasının ona kazandırdığı tek şey sanki bu hayal. Güzel bir hayal. Babası öldüğünde biraz da para bırakacak Mary’ye, ama pek de önemli bir ayrıntı değil bu. Bay Dinkle’ın filmde olmasının nedeni ‘sıradanlığı’ anlatmak olsa gerek. Ancak bu kadar sıradan olunabilirdi çünkü. Hayatında hiç farklı bir şey yok. Mary onun eksikliğini hissediyor. Babasının ölü kuşlarla değil kendisiyle ilgilenmesini istiyor. Ayrıca çok yalnız olduğu için kendisine kardeş de istiyor. Babası ve annesinden başka kimden isteyebilirdi ki bunu.

Bebekler dünyaya nasıl gelir? O yaştaki çocukların en çok merak ettiği sorulardan biri. Mary’nin sürekli araştırdığı bir konu bu. Annesi ona bir kaza sonucu dünyaya geldiğini söylemiş. Mary bunun ne demek olduğunu anlamıyor haliyle. Büyükbabası bebeklerin bilerek yapıldığını ve babaları tarafından biranın dibinde bulunduklarını söylüyor. Mary ona inanıyor gibi görünse de hala cevabını almış değil. Filmin kurgusal iskeletinin en temel parçalarından biri bu soru.

Büyükbaba Ralph. O da saçma denebilecek bir sebepten ölüyor. Kendisini canlı hissetmek için kışın yüzüyor ve zatürreden ölüyor. Mary onu özlüyor.

Mary’nin annesi Vera Lorraine Dinkle. Tam bir alkolik, sürekli Sherry içiyor. Mary’yi de bunun yetişkinler için bir tür çay olduğuna ve sürekli test edilmesi gerektiğine inandırıyor. Bir şeyler çalmayı alışkanlık haline getirmiş. Mary’nin Max’le tanışmasının sebebi de bu kadının çalma alışkanlığı.

Mary’nin Ethel adında bir horozu var. En sevdiği şeylerden biri Nobletleri izlemek. Nobletlerde sevdiği özellikse onların çok arkadaşlarının olması. Max’le ortak özelliklerinden biri Nobletleri sevmek. Max de onları bir sürü arkadaşları olduğu için seviyor. Ayrıca basit ve anlaşılabilir şeyleri sevdiği için de seviyor.

Max Hollowitz New York’ta yalnız yaşayan bir yetişkin. 44 yaşında. Obez. Uyku sorunu yaşıyor, takıntılı ve psikolojik rahatsızlıkları var. İnsanları ve onların dolaylı düşüncelerini anlayamıyor. Tıpkı bir çocuk gibi. Henry adında bir balığı var. Balık ölünce yerine Henry adında bir başka balık alıyor. Çikolata seviyor. Mary’yle ortak noktalarından biri de bu. Sürekli çikolata yiyor. Basit görünen karmaşık bir hayatı var Max’in.

Mary ve Max’in tanışmaları bir tesadüf. Annesiyle postaneye giden Mary sıkılıyor ve New York’a ait bir rehber bularak onu inceliyor. New York farklı bir yer olduğu için orada yaşayan insanların isimleri de farklı geliyor ona. İsimleri komik buluyor ve o insanlar hayatlarının nasıl olabileceğini merak ediyor. Amerika’da bebeklerin farklı bir şekilde dünyaya gelebileceğini düşününce aklına bir fikir geliyor. Rehberden bir isim seçiyor ve ona mektup yazarak bebeklerin nasıl dünyaya geldiğini sormaya karar veriyor. Seçtiği kişi Max Horrowitz. (Bu seçim de önemli. Arkadaş seçmek yani.) Annesi zarf çalarken yakalandığı için apar topar postaneden çıkıyorlar. Mary adresi rehberden yırtıp almak zorunda kalıyor bu yüzden.

Mary eve geldiklerinde Max’e mektup yazıyor. Bu mektupta kendini anlatıyor. Hayatından, yaşadıklarından, hoşlandığı şeylerden bahsediyor. Burada Mary’nin gözünden onun hayatının ayrıntılarını öğreniyoruz. Mektubun sonunda da o meşhur soruyu soruyor: Amerika’da bebekler nereden geliyor? Kutu koladan mı çıkıyorlar yoksa Avustralya’daki gibi bira bardağından mı bulunuyorlar? Mektupla birlikte bir çikolata da koyup sabah posta kutusuna atıyor mektubu.

Mektup Max’e ulaşıyor. Max mektubu 4 kere okuyor ve aşırı bir uyum sağlama sorunu yaşıyor. Yeni şeylerle karşılaştığında hep olan bir şey bu. Aslında hepimizde olan bir durum (akomodasyon, asimilasyon kavramları), ama Max hepimiz gibi tepki vermiyor yeni şeylere karşı. Çünkü o çoğumuzdan farklı biri. 18 saat süren uyum sağlama süreciden sonra mektuba cevap yazıyor.

Yazdığı mektuptan İsimsiz Obezler Sınıfında olduğunu, bir psikiyatrla görüştüğünü ve daha önce herhangi bir Avustralyalıyla tanışmadığını öğreniyoruz. Tabii ki bebeklerin nereden geldiğini de yazıyor inandığı şekliyle. 4 yaşındayken annesinden öğrendiği şekliyle anlatıyor: “Yahudiysen hahamların, Yahudi değilsen Katolik rahibelerin kuluçkaya yattığı yumurtalardan geliyor. Ateistsen yalnız pislik fahişelerin kuluçkaya yattığı yumurtalardan.” Sonra yalnızlığından bahsediyor. Balığını, isimlerini ünlü bilim adamlarından alan salyangozlarını, Bay Bisküvi adındaki papağanını, halitosis sorunu yaşayadığı için adı Hal olan kör kedisini anlatıp “Senin evcil bir kangurun var mı?” diye soruyor. Avustralya=kanguru.

Annesinin intihar edişini, gençliğinde gördüğü ama psikiyatristi ona ihtiyacı olmadığını söylediği için bir köşede kitap okuyup kendisiyle yaşamasına izin verdiği  hayali arkadaşı (bu bir sanrı=delusion) bay Ravioli’yi ve hayatıyla ilgili daha bir çok ilginç şeyi anlatıyor. Ben de üzerime alındım, benim de arkadaşım olsun istedim. Çok ilginç ve arkadaşsız kalmasını anlamadığım biri aslında. Ayrıca fazlasıyla komik ve eğlenceli bir karakter. New York’un çok gürültülü bir yer olmasından dolayı sessiz sakin bir yere gitmek istiyor ve aklına ilk gelen yer ay. Nasıl tatlı biri olduğunu düşünün artık. İnsanları anlamadığını fakat Mary’yi anlayıp ona güvenebileceğini düşündüğünü de yazıyor. Sonra bir dilekle mektubu posta kutusuna bırakıyor.

Mektup Mary’ye ulaşmadan önce annesine takılıyor. Annesi bu tuhaf adamın yazdıklarından hiç hoşlanmıyor ve mektubu çöpe atıyor. Çöpleri çöp arabasına atarken Mary bir şekilde mektuba ulaşıyor. Böylelikle Mary ve Max mektup arkadaşı oluyorlar. Mary yazdığı cevapta ailesinin bunu onaylamayacağını söylüyor ve karşı komşunun adresini veriyor. Komşusunun engelli olduğunu ve zaten onun mektuplarının kendisini aldığını anlatıyor. Hatta bu iş için komşusundan para aldığını ve bu paraları biriktirip hayallerini gerçekleştireceğini de anlatıyor. Bir sürü ayrıntıyla dolu ve genellikle benzer şeyler yaşadıklarını anlatan ve çikolata, oyuncak gibi hediyelerin olduğu bir çok sevimli mektup gidip geliyor aralarında.

Mektupların içerikleri çok zengin. Oturup hepsini anlatmayacağım burada. Bazı önemli gördüğüm ayrıntıları anlatacağım. Yani birbirlerine yazdıkları arasından bir seçme yapacağım kendimce. Çünkü bana böyle uzun uzun yazdıran bir şeyler var bu filmde.

Mary ağlayarak yazdığı mektupların birinde Max’e “Seninle hiç alay edildi mi? Bana yardım edebilir misin?” diye soruyor. Max mektubu alınca unutmak istediği bazı şeyleri hatırlıyor bu konuda. Çocukluğunda Yahudi olduğu için aşağılandığı hatıralar bunlar. Sinir krizine giriyor ve 36 çikolatalı sandviç ve iki saatlik uykuyla bunu aşıyor. Sonra cevap yazıyor. Ona kendisiyle dalga geçilen özellikleri hakkında yalan söylemesini, bu özelliklerin aslında onun kusurlarından kaynaklanmadığını, kusur gibi görünen özelliklerinin aslında başka kimsenin sahip olamayacağı ve onu güçlü kılan şeyler olduğunu söylemesini tavsiye ediyor. Sözgelimi alnındaki doğum lekesiyle dalga geçen çocuğa o lekenin çikolatadan yapılmış olduğunu ve cennete gittiğinde çikolatalardan sorumlu olacağının işareti olduğunu söylemesini istiyor. Ateist olduğu için bunu kendisinin yapamayacağını da ekliyor.

Max dürüst olduğu için arkadaşının olmadığını düşünüyor. Hayatta üç amacı var: Bir arkadaş sahibi olmak, bütün Nobletlere sahip olmak ve hayat boyunca yetecek çikolata edinmek.

Mary broşür dağıtma işine giriyor ve Max’ın yanına gidebilmek için para biriktiriyor. Yani Mary’nin daha önceki hayallerinin yerini Max’ın yanına gitme hayali alıyor. Mary büyüyünce bu hayalinin yerine başka hayaller geçecek ve böyle olduğu için üzülecek. 
Bebeklerin nasıl olduğuna ilişkin tek doğru şeyi söyleyen kadın için hiç iyi şeyler düşünmüyor Mary. Onun yalancı olduğunu ve cehennemde yanacağını söylüyor. Ona bu konuda öğretilenler bu yönde çünkü. (Cinselliğe bakış çoğu toplumda birbirine benziyor, buradan bunu çıkardım.) Max’e sevgilisinin olup olmadığını soruyor ve Max yine bir kriz geçiriyor. Onun hiç sevgilisinin olmadığını ve bu işleri hiç beceremediğini de böylelikle anlıyoruz. Tabii ki hiç seks yapmadığını da.

Ruh Hali Yüzüğü

Mary’nin mısır gevreği kutusunda bulduğu yüzük. Onun ruh haline göre renk değiştiriyor. Benim için filmin en önemli nesnesi. Kusursuz bir anlatım aracı.

Bunu biraz kurcalamak gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzüğün aslında batıl inanç sayılabilecek bir anlamı var. Gerçekliğine inanılmış düşlemsel bir özellik yüklenmiş ona. Düşlemsel diyorum çünkü bir tür olması mümkün olmayan bir özellik bu. Ruh haline göre renk değiştirme. Ben ruh halimi nasıl anlarım? Arkama bakarak. Yaptıklarımı düşünüp onları parçalara ayırırım ve parçalar arasındaki bağlantılarda nasıl hissettiğimin izini ararım. Goban üzerine koyduğum taşın ne anlama geldiğini düşünürüm mesela. Nedensiz değildir yaptıklarım. Saçma bile olsa bir neden hep vardır, hislerim de bu nedenlerden biridir ve yaptıklarımı etkiler. Yani ruh halim nasılsa bir şekilde bir yerlere yansır. Başkalarının ruh halim konusunda düşündüklerinden bir çıkarım yapmaya da çalışabilirim. Benim için önemli olduğunu düşündüğüm insanlar nasıl hissettiğimle ilgili tutarlı fikirler belirtirse bunu değerlendirip bir sonuç da çıkarabilirim. İnsanın ruh halini bilmesi çok önemli  ve bu hiç kolay değil. Ama Mary’ye göre oldukça kolay. Onun yüzüğü var. Sözcükler gibi somut bir nesne olan yüzük. Düzdeğişmece yoluyla yaratılmış, yananlamlara boğulmuş, üstdilsel sözcüklere benzeyen bir öğe. Benim için filmin en önemli öğesi olmasının sebebi de bu.

Kültürel örtüklük kavramını da çağrıştıran bir yanı var yüzüğün. Batıl inanç olarak düşündüğüm şeyle ilgili olarak düşündüm. Ödevmiş gibi bu kadar yazıyorum ama, ayrıntıya giremeyeceğim. Elimden geldiğince ayrıntıya girmeyeyim dedim ama çok oldu. Yaz yaz nereye kadar. Pff.

Toparlıyorum :P

Mary’ye bebeklerin nasıl olduğuyla ilgili bir sürü şey söyleniyor. Mary gerçek nedene inanmıyor. Bizim Ruh Hali Yüzüğü diye bir şeyin varlığına inanmamız da bununla ilgili. İnamak isteriz buna. O yüzden üzerine düşünmeyebiliriz de.

Seviyeyi yükseltmeden (kavramlara boğmadan yani) tek cümleyle özetleyeyim: Yüzük bu filmde bir masaldan ödünç alınmış gibi duruyor. Tamam, yüzükle ilgili başka bir şey söylemiyorum. (Kriz geçirme nedeni bu, valla bak.)


Filmin kilit noktaları:

  1. Yalnızlık vurgusu
  2. Mary ve Max’in arkadaş olması.
  3. Bu karakterlerin bir şekilde aralarının bozulması.
  4. Aralarının düzelmesi.
  5. Bana bir sürü şey yazdıracak bir film olması

Pedogoji. Mary oyun oynamaktan başka ne yapabilir? Hayatı bu şekilde öğreniyor. Onun arkadaşlığa bakışı bile bir oyun aslında. Oyun oynamayı iyi biliyor. Çocukların gelişimi açısından oldukça iyi bir şey bu.

Max yaşantısına müdahale edilmesini istemeyen biri.  Olduğu haliyle mutlu o. Hatta hasta olarak kalmayı da özellikle istiyor, iyileşmek istemiyor çünkü halinden memnun. Hastalığının da bunda etkisi var şüphesiz.

“Olduğu gibi kabul etmek” filmin önemli çatışmalarından biri. Mary’nin büyüdüğünde Max’in hastalığı hakkında bir kitap yazması ve Max’i de bu hastalığa örnek olarak göstermesi Max’i büyük hayalkırıklığına uğratıyor. Bu ona göre bağışlanmayacak bir hata. Çünkü Mary’nin onu beğenmediğini ve değiştirmeye çalıştığını düşünüyor.

Ama Mary’yi affediyor. Noblet koleksiyonun tümünü Mary’ye göndererek gösteriyor bunu da :)   

Bu konuda söyledikleri bence filmin en önemli kısmı:

“Seni affetmemin sebebi kusursuz olmayışın. Hataların var, benim de öyle. Bütün insanların hataları var. Hatta şu apartmanımın dışındaki çöp atan adamın bile. Gençken, kendimden başka herhangi birisi olmak isterdim. Dr. Bernard Hazelhof’a göre, eğer bir ıssız adada olsaymışım o zaman kendime ve çevremdekilere alışmak zorunda kalırmışım. Sadece ben ve hindistan cevizleri olurmuş. Demişti ki, kendimi bütün kusurlarımla kabul etmeliymişim. Bu kusurlarımızı kendimiz seçemeyiz. Onlar bizim birer parçamız ve onlarla beraber yaşamak zorundayız. Diğer taraftansa arkadaşlarımızı seçebiliyoruz ve seni seçtiğim için çok memnunum. Ayrıca Dr. Bernard Hazelhof demişti ki herkesin hayatı uzun bir yürüyüş yoluna benzer. Bazıları düzenli taşlarla döşenmiştir. Diğerleri, yani benimki gibilerse çatlaklarla, muz kabuklarıyla ve sigara izmaritleriyle doludur. Senin hayat yolun da bana benziyor ancak muhtemelen benimki kadar bozuk olmayacaktır. Umarım ki, bir gün yollarımız kesişir ve bir kutu şekerli yoğurdu paylaşabiliriz.
Sen benim en iyi arkadaşımsın.
Sen benim tek arkadaşımsın.”

Öyle. Arkadaşlar affeder. Bir insanın sevgisini en çok gösterebileceği durumlardan biri bu sanırım: affetmek zordur, karşısındakini sevdiği ölçüde affedebilir insan. Olabilir mi sanki?


2 Temmuz 2011 Cumartesi

Verilen Kararın Geri Alınmaması

Bak çok düşündüm, bir şeyler yapmaya karar verdim. Biraz kafam dağılsın diye film izleyecektim. İki saat geçti izlemeye karar vermemin üstünden.

Verilen karar geri alınmıyor. Yapmazsın, olmaz, olmasın. Çok mu önemli?

Çok önemli tabii.
Bu iki saat neyle geçti ve neyle geçmesi gerekirdi?

Yine de haksızlık etmeyeyim kendime. Çok  işim var benim. Çilemi doldurmam gerekli hem. Şartlar olgunlaşıp dalından düşmeli, sonra hayatı öpmeli falan.

Liste uzun. Ama iyi ve güçlü olmalıyız yapmak için. Sağlam durmalı,

Çok önemli olanlar itinayla çok daha önemli olmalı. Buna uğraşmalıyız, yeterince önemli değilse de zorlamalıyız ki genelde böyle şeyler yaparız.
Verilen kararlar geri alınmamalı. Yoksa karar vermenin anlamı kalmaz.

Bak, mantıklı da düşünebiliyorum.
Ama mantıklı hissedemiyorum, mantıklı saçmalayamıyorum, mantıklı düşünebiliyorum sadece. O da birkaç kere aynı şeyi tekrarlayınca biçimsiz bir şey olup çıkıyor.

Mantıklı hissedemez insan, o nereden çıktı diye sorup duruyorsun. Pek faydasız bir çaba bu. Yazmak için yazılıyor bunlar. Genelde böyle yaparız.

Buradan etik olaylarına girerim ben. Etik illa olması gereken bir şey değil aslında. İnsan icadı, çoğunlukla önemsenmeyen yapay bir kavram. Kimin umurunda?

Ortaya bir şey atacağım şimdi, sansasyonel bir şey. Kimsenin umurunda olmayacak.

"Para karşılığı yazı yazmak fahişeliktir."

Kimse önemsemedi değil mi?

Ben de öyle düşünmüştüm zaten. Sorun yok. Sorun yok.

Amaçsız

Trafiğe kapalı, kalabalık, uzunca bir caddede yürüyorlar. İlk baktıkları yerler kitapçılar.
Bu insanları tanıyorum. Seçiyorlar, çünkü kitap seviyorlar.

Sonra bir sahaf. İçeride daha önce alınması kararlaştırılmış binlerce kitap. Sohbet ediliyor. Bu da güzel, o da güzel. Hepsini alacağım. Hepsini okuyacağım. Ama yetemez kimse. Almaya da okumaya da.

Caddeden dar bir sokağa sapılıyor. Kapısının önünde sigara içen insanların olduğu binanın ikinci katına çıkılıyor. Karanlık bir ortam, sessiz; kalabalık olmasına rağmen sessiz, karanlık.

Burası bir bar. Oturuyorlar bir masaya. Ne beklediklerini bilmeden bekliyorlar. Sahneye birileri çıkıyor. İğrenç saksafon sesi. Biri nefret ediyor bu sesten, öteki çok umursamasa da hoşlanmadığını belli ediyor. Şarkılar dinleniyor, beğenilmiyor, yüzlerdeki ifadeler değişiyor. Sıkılıyorlar. Katlanıyorlar nedensiz. Orada olmak istemiş olması önemli bir şey, önemini yitirmesini istemiyorlar. Bir kere orada olmak istediler ve oradalar. Bundan daha fazlası yok zaten. Oraya gelmelerinin nedenini sormuyor bu yüzden.

İki bira. Gerisi önemli değil. Üstüne iki bira daha. Gerisi gerçekten önemli değil.


Gitmeleri gerekiyor.

Çıkıp gidiyorlar.


-----------------------


Kitapçılara hep bakarlar. İlla kitap alacaklarından değil, ne var ne yok diye, öylesine de bakarlar. Hem ortamı severler, güvenlidir, sakindir, kitap okuyan birileri vardır oralarda. Onlardan zarar gelmez diye düşünürler.

Sahafa girdiklerinde başları dönüyor. Haz alıyorlar orada olmaktan. Belki sadece oraya gitmek için dışarı çıkılıyor. Pek emin değiller. Öyle gibi ama.

Bara oturduklarında ne beklediklerini biliyorlar aslında. Biri gelse ne içersiniz diye sorsa diye bekliyorlar. Onun dışında ne beklediklerini bilmiyorlar.

İki bira. Gerisi önemli aslında. Önemsiz olması istenenler önemsiz. Gerisi önemli değil. Bu yüzden. İsteyince olmayacak ne var şu hayatta?

Lan, saksafonun sesi gerçekten de berbat. Bir boka yaramaz o alet. Haklılar aslında.

Gidecekler, başka yapacak bir şeyleri yok.


-------------------


Ne öğrendin sen şimdi bundan? Niye yazdın bunları?


-------------------


Ölümüne yazmak falan. Defterler dolsun. Alabildiğine oradan buradan bir şeyler yazmak. Yazı fetişisti.


Geçen gün düşündüm bunları. Sonra yakalandım, anlarımı bozdum. Kurcaladım. Yerden yere vurdum.


Yazmak istemek; farkında olmadığım bir sıkıntım var ya da olacak demek.

Yazmak da bu yüzden, çoğunlukla kendimi ele vermek demek.
Kendimi kendime gammazlayınca hiç mutlu olmuyorum ki demek.

Yine de olsun diyorum, hiç durmuyor. Devam et.

Kısa

Kötü bir günün ardından kötü bir gece. Kötü gecenin kötü uykusu. Kalitesiz yaşam. Bunaltı. Sinirlilik halleri. Anlamsızlık.

Süreğen döngü.

Yazı.

Yaz.

Ultra kısa biçim.

Bilmeye korktuklarım.


Yürümek.
Biraz rahat nefes almak için.

Hala boşluk. Hala beyazlık. Hala "Mu".
Hala saygı sembolü:
Yalınlık, yalnızlık.

Japon.

Gösteren, gönderen aynı.

Şikayet etmiyorum.




Yürürken dilime dolanan şarkı bu.
The Subways - Rock'n' Roll Queen 

'Ben' aptaldır.

Ben böyle değildim, yine noldum ben böyle?

Şu an hissettiğim gibi hissetmekten nefret ediyorum. Anlatamayacağım şeyler hissetmek çok yoruyor beni. Tarifi yok diyemem, var, ama bende değil. Kapılar kilitli, benim anahtarım yok.

Hiçbir şeyden tat alamamanın anlatılacak bir yanı yok, bildiğimiz sıradan bir durum bu. Söylenir geçer, herkes anlar. Ama 'artık' bu duruma girmeyeceğimi düşünüp dururken kendimi böyle tatsız anların içinde buluvermek kolay anlatılacak şeyler hissettirmiyor. Nelerle kandırmışım kendimi? Niye böyle oldum? Niye başka türlü olacağımı düşündüm de düşündüğüm gibi olamadım? Olamadı? Olamadılar? (Olacağımı. Olacağını.)


Hiçbir şey anlatmayacağım.

Dünyadan, hayattan, insanlardan alacağım var.
Alıyorum.

Bensiz kalsınlar.

Buraları bana göre mi olacaktı? Ne yani? Ne sandıydım ki?




Not: Düşünüp taşınmak? Düşününce nereye taşınır insan?
Düşünmekle taşınmak neden bir aradalar?
Gece gece.

Püf.