30 Temmuz 2014 Çarşamba

Sanat Hızımıza Yetişemiyor!

Parçanın aklıma getirdiği soru şu: Sanat önden mi gider, arkadan mı gelir? Aşağıdaki alıntıda bu soruyu sormama neden olan "Türkiye bu filme hazır" ifadesi. Konu çok hassas olduğu için bu ifade bir nebze görmezden gelinebilir belki ama ben sanatın (her türlüsünün) öncül olarak, olmayan ve olması istenen veya beklenen bir şeyi oluşturması gerektiği; henüz oluşmamış bir boşluğu öngörerek önceden (oluşmadan) dolduran, üreten, ilerleten, oluşturan, dönüştüren, kuran bir yapısı olması gerektiği düşüncesindeyim. Yani Türkiye bir filme hazır olmamalı bana göre, bir film Türkiye'yi hazırlamalı. (yazıda Türkiye dediği için böyle söyledim. Türkiye yerine toplum, birey, halk, alımlayıcı, özne, nesne ... vb. denebilir.)

"Evrim Kaya’nın Agos gazetesinde yer alan haberine göre, Akın, yapmak istediği bir başka senaryonun da Amerika’ya giden Anadolu gezginleri olduğunu belirterek, “Hrant senaryosundan kimi parçaları bu Western’le birleştirdim ve ortaya ‘The Cut’ çıktı. Bu film korkunun sonuçlarını soyut bir şekilde ele alıyor. Şeytan dışımızda değildir, sinsice içimize sokulur. Onu bir tek kendimiz kovup atabiliriz. Şundan eminim ki, benim de bir parçası olduğum Türkiye bu filme hazır” ifadelerini kullandı." alıntı
Aynı yazıda Fatih Akın'ın "Demek ki zamanı gelmemiş…" sözlerine de yer verilmiş. Zamanı gelmediyse zamanını birileri getirecek, neyi bekliyorsun, sen yapsana bunu. Dedim içimden.

Sanatın bize yetişmesini bekliyorum.

29 Temmuz 2014 Salı

Çoktan Seçmeli Üslup

Ortalık malı gazete haberlerinin birinde denk gelip izlediğim bir vidyodan çıkardığım sonucu Niçe'ye bağladım. Tüm renkler birleşince siyaha dönmeyebilir mi?

Üslup yaşamalıdır.


Katy Perry - Dark Horse (Sung in 20 Styles) Ten Second Songs

27 Temmuz 2014 Pazar

Kokuları Duyuyorum

("Bu yazının devamı var," ibaresini yazdıktan sonra o yazının devamı olmayan öylesine "ol"maklı bir şey karalamıştım, "ol"maları kendimce çeşitlendirmeye çalışarak. Dinlediğim şarkılardan ödünç aldığım sözcüklerle, (sözceler?le???), yanlış anlamalarla, tek kullanımlık, değersiz, cılız, etki gücü etkisize yaklaşan fısıltılar şeklinde birkaç tümce kurmuştum. (bkz. BE)

Devamı olan yazılar farazi sorumluluklar yüklüyor. Yazacağım onca şey varken ben yazmam gerekeni yazmak zorunda hissediyorum, diğer yazacaklarımdan önce "gereken"i aradan çıkarmaya çalışıyorum. Devamını yazacağımı söylediğim yazıyı geçen yıl 10 Kasım'da yazmışım. Şu ana kadar yazmamamın nedeni kendi kendime uydurduğum, biraz da çarpıttığım sorumluluk, zorunluluk algım olabilir. (Bu tarz bir açıklamayı uzun zamandır yapmıyordum, nasıl özlemişim. Kim umursuyorsa artık.) )


"Sirenleri Duyuyorum" gönderisinden sonra yazacağım yazının, yine, başkalarının hayatımıza nasıl karıştığıyla ilgili olmasını tasarlıyordum. Pearl Jam'in Sirens şarkısı bu tür karışmanın iyi yönünü anlatıyordu bana (o an o şarkı aklıma gelmişti, veya o şarkı aklıma yazdıklarımı getirmişti. anımsayamadım şimdi). Karışmanın kötü yönünü gösteren çok fazla örnek var, bunlardan da bahsetmek istemiştim.

Hayatımıza karışmak, başkasının hayatına karışmak, karışmak. Hayatımızı bir deniz olarak düşünürsek, (herkesin hayatı kendi denizi olsun sözgelimi), güzel dağlardan süzülerek gelen tertemiz serin suların denize karışmasında bir sorun yok; insan eliyle (el biraz iyimser oldu) pisletilen, lağım kokulu, her türlü pisliği barındıran su birikintilerinin denize karışmasında ciddi sorun var. İşte, insanlar hayatımızın içine sıçınca (el bu yüzden iyimser oldu) bir arınma zorunluluğu ortaya çıkıveriyor.

Arınma farklı şekillerde gerçekleşebilir. Başkalarının acılarıyla kendi durumunu kıyaslayarak, yazarak, söyleyerek, kaçarak... arınanlardan bahsedebiliriz. (Aklıma her geleni yazıp da şişirmeyeyim şimdi.)

Beni en çok etkileyen arınmalardan birine "The Broken Circle Breakdown" filminde rastladım. Tanrısıyla arası  pek iyi olmayan büyük bir "hükmeden" yüzünden derin acılar çeken bir babanın, Didier'in, insanlarla dolu bir salonu sus pus eden konuşması beni de oturduğum yere çakmıştı, neredeyse nefes alamıyordum. Dünyanın bir ucundaki hiç tanımadığı birinin hayatını altüst edişini kendi lisanında anlatırken ne dediğinin bir önemi yoktu, insanlığın evrensel dili,  olan bitenin anlaşılmasına yetiyordu:



Filmi ne zaman izlediğimi tam hatırlamıyorum, ama bizim büyük "hükmedenimiz"in başımıza açtığı işlerle çok fazla meşgulken dünyada olan bitenleri de bu filmi anımsayarak düşünmüştüm. Dünyada çok acı var ve kimse bunlardan bize ne diyemiyor (dememeli demiyorum, diyemiyor diyorum). Afrika'da kanat çırpan kelebeğin Kuzey Amerika'da yaratacağı kasırgaya artık inanmıyorum ama dünyanın bir ucunda tanımadığımız birinin hayatımızın içine sıçtığı veya sıçabileceğini devamlı düşünüyorum (tersi de her zaman mümkün tabii). Küçük çevremizdeki küçük insanlar küçük müdahalelerle hayatımızın yönünü değiştirebiliyorsa dünyayı etkileyen kararlar alabilen "büyük" insanların "büyük" müdahaleleri de bir şekilde bizi etkiliyor. Sonuçta insanlar sıçınca sıçıyor, önemli olan etki alanı. İnsan, insandır. (Filmi izleyince dediklerim biraz daha anlaşılabilir olabilir.)

Gece-gündüz çizgisiyle ayrılan dünyanın bir tarafı karanlık bir tarafı aydınlık; belki benzer şekilde bir iyi-kötü çizgisinin varlığı düşünülebilir. Hangi taraftayız? Ne yapıyoruz?

"Fayda" sözcüğünü düşünceme sokmayı pek sevmesem de basit ve önemli bir soruda her zaman karşıma çıkıyor: Ne faydam var? Dünya ve insanlar için ne yaptığımı ve ne yapabileceğimi hep merak ederim. Bazen soruları yanıtlayabiliyorum. Herkes çapı kadar eyleyebilir, yapabilir, fayda sağlayabilir. Herkes cürmü kadar yer yakar, her şeyin yokluğu yokluktur, her dağın derdi kendine göre... herkesin kendine göre mücadelesi vardır.

Çok sevdiğim bir filmden bir başka arınma yöntemi daha öğrenmiştim: kaçarak, sıyrılarak arınma. Çok basit bu: Bizden beklenen büyük insan olma, büyük işler peşinde koşma dayatmalarından "kurabiye pişirerek" uzak durmak. "Stranger Than Fiction"ın kurabiye pişiricisi anarşist kadını Ana, Harvard Üniversitesi'nde hukuk (ukuk da olabilir) okurken arkadaşlarına kurabiye pişirirmiş. Herkes ders çalışıp okulu bitirmiş, Ana kurabiye pişirmekten ders çalışamamış ve okuldan atılmış. Kurabiye pişirerek insanlara daha faydalı olacağını düşünüp bir kurabiye dükkanı açmış. Filmde bir kısmını ödemeyi reddettiği vergiyi almak için uğraşan vergi denetmeni baş karakter Harold'a "Now, eat a cookie!" derkenki ifadesi çok iyi bir arınma şekli bana kalırsa:




Pislikten uzak durma, iyi ve faydalı bir insan olma -aslında diğer bütün sıfatlardan azade sadece insan olabilme-, güzel, düzgün yaşama gibi amaçlar için çabalarken dünyayı daha iyi bir yer yapmak için "büyük" insan olmak yerine kurabiye pişirmeye benzer şeyler yapabileceğimi düşünüyorum. "Küçük" insan olabilirsem, etrafımdaki azıcık "küçük" insanla dünya daha yaşanır bir yer olabilir; en azından birkaç kişi kendini kurtarmış olur. Böylelikle, belki, "büyük" insanların sorumlulukları azalır da daha iyi, daha güzel yaşamamız için bizimle ilgili düşünmeleri gerekmediğini, onlar bize "karışmazlarsa" kendi halimizde yaşayıp gideceğimizi anlarlar.

İki önceki gönderimden alıntı yaparak vaadettiğim devam yazısını da sonlandırıp kendime yüklediğim gereksiz sorumluluktan kurtulayım. Yeni yazılar için yer açılsın kafamda.

"Başkalarına bu şarkının bana hissettirdiği gibi hissettiremeyeceğim şimdilik. Ama şarkıyı paylaşabilirim. Bu da bir şeydir. Belki birileri benim gibi mutlu olur şarkıyı duyunca, sonra gider bir çocuğa gülümser, bir dostunun derdini dinler, kendisine kek yapar, uzaklardaki bir tanıdığına telefon eder, oturur güzel bir film izler, yazı yazar ...  güzel bir şarkı ne yaptırırsa öyle yapar işte." 

ve şarkı:



The Civil Wars - The One That Got Away


Bitti.