9 Mayıs 2012 Çarşamba

7 Mayıs 2012 Pazartesi

5 Mayıs 2012 Cumartesi

"Dışarı çıkıyorsanız dikkat! çiçeklerle karşılaşmayın"

ağır adımlarla sahneye çıkıp konuşma yaptı güzel kadın. kaybettiği dostunun ardından şöyle dedi:
"hepimiz bir gün öleceğiz ama bugün olmasaydı..." 
devamını getiremedi. devamını yüzünden anladı insanlar. koca bir ömür, bir bakışla ne çok şey anlatmayı öğretiyormuş insana; ben de bunu anladım. şiirli bir çınar kadın o, hayatın sağlaması gibiydi. gördüm.

bir adam  edebayatın cumhurbaşkanı ilan edildi. fıkra anlattı o da. güldük.

ben de bir adamı şiir kuyusuna düşüp çıkamamış şair ilan ettim. başka şairler hala o kuyudan şiir çekmeye çalışıyorlar. bir an çok nafile göründü. kuyuya düşenlerin altında kaldı şiir, gün yüzüne çıkarmak gitgide zorlaştı. belki de imkansızlaştı.   

galiba bir adam da şiiri bırakmış. gözleri doldu bir şeyler söylerken. müsait bir zamanda konuşuruz dedi, ayaküstü anlatılamayacak kadar darılmış dedim içimden.

bir adamla dağlara çıktık. her taraf yemyeşilmiş, karlar erimiş, sular akıyordu.

yani bir hayat varmış. dönüp dolaşıp geldiğim odamda neredeyse unutmuştum bunu. 

hayat bana neler etmiş. herkes arasında anlaşmış gibi aynı şeyi söyledi bana: "hayat sana neler etmiş"
sandım ki bir sene daha burada kalsam kimse tanıyamayacak beni. nüfus dairesine gidip yeni bir kimlik çıkarsam bir başkası olduğuma inandırabilirim insanları. 

bir adam daha var. araba tekledikçe yok bir şey diyen tedirgin adam.  

bir de müziksiz kaldık. 

bugün

4 Mayıs 2012 Cuma

paradigma kayması

hayatımda birkaç kırılma noktası var. bu noktaların nerelerde olduğunu ve beni nasıl etkilediğini anlamam şimdiye kadar zor olmamıştı. oldukça belirgin kırılmalardı, nedenleri ve sonuçları bariz bir şekilde görülebiliyordu. bu yüzden kendimi talihsiz görürdüm; çünkü bu tür kırılmalar insanı olduğundan daha iyi bir yere getirmemişse üzüntü vericidir, etkileri de nispeten daha kesindir.

hayatımın en son nerede yön değiştirdiği oldukça belirsiz. değişmelerin de kırılmalar gibi net olmasını istemezdim. ortada kesin bir şeyler varsa yapacak fazla bir şey yoktur; fakat belirsizlikler için hala verilmesi gereken kararlar, kazanılması gereken zaferler, talihi tersine çevirecek "çıkar yollar" olabilir. belki belirsizliklerden fırsatlar doğabilir diye bunları uzun uzun düşünüp gideceğim yere ulaşmak için neler yapabileceğimi tasarlamaya çalıştım. bir fırsata hiç olmadığı kadar çok ihtiyacım var çünkü.

şu an olduğum yere gelene kadar düşünmemi ya da hissetmemi gerektirecek fazla bir şey yoktu. süreğen bir çaba ile belli bir hedefe doğru bir otomat edasıyla ilerliyordum. varacağım yere giderken neler yapmam gerektiğini biliyordum. bu yüzden nadasa bırakılmış topraklar gibiydim, kendimden beklemem gereken türden bir verim beklemiyordum. gücümü toplayıp bir sıçrayışla olmam gereken yere çıkmaya çalışacaktım. benim de zamanım gelecek diyerek teselli buluyordum, amaca ulaşmak için çok şeyden vazgeçmem gerekti, bunu göze almalıydım.

kendim olmanın sakıncasını gördüğümden beri kendim olmamam gerektiğini düşünüyorum. 
talihsizliğimin nedenlerinden biriydi bu: kendim olmak. hayalle gerçek arasında şekillenmiş yapay bir benlik geçici bir süre işleri kolaylaştırabilirdi (bir başkası olmak varsayımı üzerine, olaylar karşısında olmam gerektiğini düşündüğüm "başkası" nasıl davranırsa öyle davranmaya çalışmak gibi bir şey bu). denetim altında tutabildiğim sürece daha az sakıncalıydı. ya da öyle olduğunu sanıyordum. insanın kendini tanımaması için farklı bir kılıkla ortalarda dolaşmasının, onun kendisinin farkına varabilmesi gibi  büyük bir sakıncası vardır. dahası, insanın kendisini bir yabancı olarak yakalaması kendisi olmasından daha tehlikelidir.

olduğum halim ve bu halime evrilmeden önceki halim arasındaki farktan dolayı yaşayacağımı öngördüğüm bazı sıkıntılarla baş etmek için baskılayıcı kararlar almıştım. bunlar hassas konularla ilgili olduğundan uyulması gereken katı kararlardı ve hiçbir şekilde bu kararların dışına çıkmamam gerektiğini düşünüyordum. hissetmeyeceksin, düşünmeyeceksin, yapmayacaksın, üzülmeyeceksin gibi oldukça fantastik ve uyulması zor; bir o kadar da zorunlu görünen kararlar. bu yüzden şu an olduğum halimi kabul edebiliyorum. çünkü kararlarıma uymaya çalıştım, tek yaptığım buydu.

tabii her şey tasarladığım şekilde gitmedi. bir yere kadar geldikten sonra etrafıma bakıp "ne kadar kaldı" diye sorabilirdim. bir başkası da kafamı karıştırabilirdi. nitekim öyle oldu. zaten "master plan" sanıldığı kadar da "master" değildi. gerçekçi olmak gerekirse zaten böyle olacağı belliydi. neyse ki bu da plana dahildi, ama yine de öngördüğüm gibi işlemedi. son değişimin nerede gerçekleştiğini anlamak bir sonraki kırılmanın akıbeti açısından çok önemli hale geldi.

o halde:
başıma gelecekler bir felakete dönüşebileceğinden bazı önlemler almalıyım. peki hayatım en son nerede yön değiştirdi? önce bunu anlamak gerek.

aslında bunu içten içe epeydir düşünüyorum. hâlihazırda cevap olabilecek bir yığın, kafamın içinde birikti. o yığının içinde bazı parçalar neyin değiştiğini anlatıyor. 

yaşadığım bazı olumsuzluklarda önceliğim genelde "neyi yanlış yapıyorum?" diye sormak olurdu. insanın kendine yönelttiği sıradan sorulardan biri. yaşadıklarımın etkisiyle, bu soruyu bir başkasına sormadan önce kendime sormam gerektiğine o kadar çok inanmıştım ve bunu o kadar abartmıştım ki bütün sorumluluğu kendi üzerime acımasızca yıkabiliyordum. insan abartarak arayınca olmayan şeyleri de bulabiliyor.  zamanla her şeyin sorumlusu olarak kendimi görmeye başladım ve bunu alışkanlık haline getirdim. böyle olduğu için de başkalarının bir şeyi yanlış yapıyor olmasına gerek kalmıyordu. "hem başkaları da benim bunları düşündüğüm gibi düşünüp olumsuzlukları gidermeye çalışırlardı." (ne komik değil mi?) bunun düşünceye dönüşmüş şekli de şu: ne oluyorsa benim yüzümden oluyor. böyle düşünmek genelde iki nedene bağlı olarak tek bir sonuç doğuruyordu: hatalı olduğum için ya da hiç hatam olmadığı halde benim ya da bir başkasının başına geleni düzeltmeye çalışıyordum. hatanın bende olduğu durumlarda böyle davranmamın bir karşılığı olabilirdi fakat başkasının bir şeyleri değiştirmesi gerektiğinde benim çabam boşunaydı. değiştiremeyeceğim bir şey için çırpınıp duruyordum. ne kadar yorucu olduğu tahmin edilebilir. heyula gibi görünen bir yanılgıdan bahsediyorum aslında; olumsuzlukların hep benden kaynaklandığını düşünme yanılgısı.

bu açıdan baktığımda neyin değiştiği konusunda bir nokta çok fazla sırıtıyor. o değişen şey bir düşünce ve  söylendiğinde hiç önemsenmeyen basit bir söz olarak açığa vuruldu: "niye her şeyin sorumlusu ben olacakmışım ki". bunun ardı sıra birtakım sağlıksız düşünceler geldi ve şimdi fark ettiğim üzere bükülme tam da bu noktada başladı. (demek ki önemsiz görünen sözler bazen sanıldığının aksine çok önemli bir anlam taşıyabiliyor, söylendiği andan itibaren farkında olunan ya da olunmayan durumu değiştirmeye başlayabiliyordu.)

doğal olarak şu an olduğum halimin sadece benim eserim olmadığını kabul ettim. bunun farkına varmak benim için çok önemli çünkü zararın bir yerinden dönmek gerekirdi. çünkü özgecil tarafım bir zaafın tezahürüne dönüştükçe akli ve hissî erozyona uğramaya başladım.  üzüldüğümde bile kendime "şimdi olmaz, üzülmek yerine başka şeyler yapman gerek, üzülemezsin" diyebiliyorsam kendimden geriye pek bir şey kalmamış demektir. benim zamanım bu şekilde gelmeyecek ve o umduğum sıçrama gerçekleşmeyecekti. bu bütün çabamın boşa gitmesi ve "savaşı kaybetmem" demek olacaktı.

bunları yazınca aklıma bazı örnekler geliyor. sözgelimi insanlar bazı zamanlarda anlaşılmaz olduğumu düşündürecek şeyler söylerdi. hatta beni olduğumdan farklı yerlere koyup ulaşılmaz bir yerde durduğumu düşünenler de oldu. oldum olası istemediğim bir şeydi bu. insanlar birbirleriyle "eşit şartlarda ilişki kurmalıydı" ve  benim için birinin diğerinden daha yüksekte durması kabul edilebilir bir şey değildi. bu yüzden ben de anlaşılmaz olmamak için bazı önlemler almaya çalışırdım. mesela kafamın içinde dönüp duran karmaşık düşünceleri anlatmanın kolay bir yolu olmalıydı fakat karmaşık düşünceler öyle kolay anlatılmazdı. ya da bende öyle bir kolayca anlatabilme yeteneği yoktu, anlatamıyordum. böyle olduğu için de önceleri anlatmaktan vazgeçtim, sonra da düşünmekten (başaramadım tabii, arada bir yerlerde yarım yamalak düşündüm, yarım yamalak anlattım) . niye? çünkü insanlar beni kendilerinden üstün görmemeliydiler ve ben kimseden üstün olmadığım halde öyle görünmemeliydim. (toplumumuzda yaygın bir davranış var: anlaşılmayan sözler söyleyenler önemli görülüp el üstünde tutulabiliyorlar. güya onlardan biri olmasam iyi olacaktı.) böylece başkalarının beni algılama şekli yüzünden beni var eden parçalardan birinden, düşündüklerimden, kısmen feragat ettim. (şimdilerde onlardan sadece kırıntılar kaldı gibi.)

bu örneği düşünerek kendime tekrar tekrar soruyorum: başkalarının beni anlamamasının nedenleri tümüyle bana mı bağlıydı? acaba başkaları beni anlamak için uğraşmamış olamaz mıydı? temelde soru şu: anlatan mı anlaşılmak durumundadır, yoksa anlaması gereken mi anlamak durumundadır? eskiden anlatanın anlatmak istediğini anlatamadığı için anlaşılamadığını düşünürdüm. şimdi böyle düşünmüyorum.

anlatmaktan ve düşünmekten vazgeçmeye çalışmak büyük bir hata. (hatta kendimle ve doğruluğuna inandığım bazı düşüncelerimle çelişerek kendim olmaktan  vazgeçmeye çalışmamın büyük bir hata olduğunu düşünebilirim.) biri beni kendinden üstün görüyorsa ve bu benim için kabul edilemez bir şeyse yapacağım şey bir başkasının kendini gördüğü yerde olmaya (yani bir anlamda onun olduğunu sandığı yere doğru alçalmaya) çalışmak yerine onun, benim olduğumu sandığı yere doğru yükselmesine yardımcı olmak ve bunun çok zor olmadığını anlatmak olmalıydı. bunun gibi bir çok örnek var, belki herkesin hayatında da vardır bu örneklerden.

kafamın içinde dönüp duranları anlatmaktan ve onları anlatırken kullandığım; bazen öyle olmadığı ya da öyle olmaması gerektiği halde afili görünen cümlelerimden vazgeçmemeliydim. böyle olsaydı belki bir gün ben de anlatmayı öğrenebilirdim. anlatmayı öğrenebilseydim benim için hayati öneme sahip şeyleri daha iyi anlayabilirdim.

(dönüp dolaşıp geldiğim nokta)
yazan insanların okunmamakla ilgili bazı sıkıntıları olabiliyor. bazılarının çok emek harcadığını ve bu emeğinin karşılığını alamadığını düşündüğü herkesçe bilinen bir durum. o emeklerin ilk akla gelen karşılığı da okunmak olurdu. yazanlar çeşitli nedenlerden okunmak isterler. bazılarının nedenlerinden biri uzun uzun düşünüp tasarladığı hayata ortak bulmak, kendileri gibi yaşamak isteyebilecek insanlarla bağ kurup bir "yaşama modeli" oluşturmak olabilir. benim de bu kadar yazmamın nedeni, olur da okumasını istediğim insanlar okurlarsa, zar zor anladığım bir şeyden "kendilerince" sonuçlar çıkarabilirler ve belki yazdıklarım bazı sorunlarının(?) farkına varabilmelerine yardımcı olabilir diye  düşünmem olabilirdi. 

olmadı mı diye sorulabilir. olmadı. 

dedim ya, kendimi düşünmem gereken yerde bile ısrarla başkalarını düşünmem bir zaafa dönüştü. bunun benim için alışkanlık olmasından daha kötü bir yanı var: başkaları için de alışkanlığa dönüşmesi. insan kendisinde olan bozuklukları düzeltmeye bir şekilde yeltenebilir ve dahi bunu başarabilir, ancak; bir başkasında olanlar için bu "düzeltme işi" oldukça zordur. dıştan bir müdahalenin kimsenin kendinde olup biteni değiştirmeye tek başına gücü yetmez, ancak belirginleştirebilir; değişmesi gereken insanın içten bir itkiye gereksinimi vardır ve bu itki dıştan gelenin karşısında çok daha kuvvetlidir. 

bu yüzden de niyetim başkalarının anlamasından çok kendimin bir şeyleri anlaması. bunun için yazdım. yazmak bence anlamanın en kolay yolu. hafıza-i beşerin nisyan ile malul olmasından kelli bir zorunluluk aynı zamanda. anlamak (belki farkında olmak) bir şeyleri değiştirmenin ön koşulu ve benim tek başıma anlamam da bir şeyleri değiştirmeyeceği için başkalarının görmesine de izin veriyorum. bir işbirliği teklifi gibi yani. en azından bir süredir bu sebeple. 

peki bu kadar anlatmaya gerek var mıydı? tabii ki var. aslında daha fazlasına da gerek var. anlatılacak çok şey var. çünkü "insanlar bencildir" ya da "insanlar bencilmiş" deseydim neredeyse hiçbir şey anlatmamış olurdum. insanı düşünmeye itmeyen basit bir saptama olsa da benim açımdan düşünülmesi gerekli. belki başkaları da düşünmeli. 

(her şeyi bir çırpıda yazamam. her şeyi düşünemem. her şeyi kontrol edemem. bunlar pek insanca geliyor bana. okuyamamak da öyle, çok insanca, pek insanca.)

ve son:
bir sonraki "kırılma"dan önceki bükülmenin nedenini anlar gibiyim. anladıklarım içten içe beni değiştiriyor ve kendime yeni bir konum belirlemem gerekiyor. böyle olması iyi mi bilmiyorum. olduğum halim gibi olmak ya da kendimi düşündüğüm gibi olmak, olduğumu sandığım insan olduğuma inanmak iyi olabilirdi. 

"oyunu oynayamıyorum" dememin sebeblerinin bazıları bunlar işte. belki biri bu ne demek acaba diye sormuştur kendi kendine.

ben gördüm, siz de ne haliniz varsa görün insanlar.

---------------------------------------------------------------------------

bir şarkı ve bir alıntı:



Fallulah - Give Us A Little Love






"Kendi bilincine-varma, us ve imgelem, hayvansal varoluşu karakterize eden uyumu bozmuşlardır. Bunların doğuşu, insanı ötekilerden ayrı bir varlık, evrenin doğal-olmayan bir yaratığı haline getirmiştir. O, doğanın bir parçasıdır; doğa yasalarına boyun eğer, onları değiştirecek güçte değildir ama yine de doğadaki tüm öteki varlıkları aşan bir yana sahiptir. İnsan doğanın bir parçası olduğu halde doğadan ayrılmıştır. Bir yuvası olmadığı halde, tüm öteki yaratıklarla paylaşmakta olduğu yuvaya zincirlenmiştir. Rastlantısal bir yer ve zamanda bu dünyaya fırlatılmış olan insan, yine rastlantısal bir şekilde oradan çıkmak için zorlanmaktadır. Kendi bilincine varmış olduğu için , güçsüzlüğünü ve varoluşunun sınırlamalarını algılamaktadır. Kendi sonunu yani, ölümü gözünün önüne getirmektedir. O, varoluşunun ikiye-bölünmüşlüğünden hiçbir zaman kurtulamaz; istese bile, kendisini ruhundan özgür kılamaz. Yaşadığı sürece bedeninden de kurtulamaz. Bedeni ise, onun yaşamayı istemesini sağlar.
İnsanın kutsanması olan us, aynı zamanda onun lanetidir de. Us, onu içinden çıkılmaz bir ikiye-bölünmüşlüğün içinden çıkma ödeviyle başa çıkmak üzere sürekli olarak zorlar. Bu yönüyle insansal varoluş, tüm öteki canlılardan farklıdır. İnsan, sürekli ve kaçınılamaz bir dengesizlik durumu içindedir. Onun yaşamı kendi türünün örneğini yineleyerek yaşanılamaz. İnsan, yaşamaya mecburdur. O, canı sıkılabilen, hoşnutsuzluk duyabilen, cennetten çıkarıldığını hissedebilen tek hayvandır. İnsan, varoluş sorununu kendi başına çözmek zorunda olan ve bu sorundan kaçamayan tek hayvandır da. O, insansal durum öncesinde yaşadığı, doğa ile uyum durumuna geri dönemez. Usunu doğanın ve kendi kendisinin efendisi oluncaya değin geliştirmeyi  sürdürmesi gerekir. 
Usun doğuşu, insanın içinde bir bölünmeye neden olmuştur. Bu ikiye bölünmüşlük onu sürekli olarak yeni çözümler bulmak üzere savaşmaya zorlar. İnsanın tarihinin canlılığı (dinamizmi), gelişmesinin nedeni olan ussal varoluşuna özgü bir canlılıktır. İnsan, bu ussal varoluş aracılığıyla, içinde kendisini ve türdeşlerini kendi yuvasında hissettiği, kendisinin olan bir dünya yaratır. Ulaştığı her basamak onu hoşnutsuzluk ve şaşkınlık içinde bırakır. Ama bu şaşkınlık, onu yeni çözümlere doğru devinecek şekilde zorlar. (...)"
 Erich Fromm - Kendini Savunan İnsan'dan

3 Mayıs 2012 Perşembe

kılık kıyafet kifayet giydirmek bazen olur öyle


ben
13:33
beyninin tek tarafını mı kullanıyon peki?

abuk seysi
13:34
yok
tek taraf da deyil
sadece yüzde 15lik kısmını kullanabiliyom
tek tarafın
yüzde 15lik kısmını yane

ben
13:36
senden daha kötü durumda olanlar var
mesela ahmet altan
bu adama ne zaman baksam ne kadar iyi durumdayım diyorum kendime
sen de diyebilirsin

abuk seysi
13:38
:D
çok aydınlatıcı bir yazı
şahsen ben aydınlandım
datmin oldum
sen?
valla en güzel cevabı yakup kadri yabanda vermiş
bu konuyla ilgili
:D
ben bunu bilir bunu söylerim
ve evet halimize şükür hacı