alelade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alelade etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2013 Cuma

Gerçek Erkek

Giriş:
(Bu sayfayı görene kadar ne yazacağımı çok iyi bildiğimi sanıyordum. Şimdi hiçbir şey yazamıyorum. Bunu bu hale getirmek için çok uğraştım ve başardım. ---- Bunlar benim klasik giriş sözlerim, anahtar gibi bir şey.)

Gelişme:
Bakıp gitmelerim, geçerken uğramalarım, sarkarken başım ağır geldiği için  düşmelerim iyi hoş, ama bunlar bir yere kadar. Yazmaya başlayıp sakladığım yazılara inatla yazacağım. 

Daha Gelişme:
Yazdıklarımı, söylediklerimi önemsediğim kadar olmasa da, önemsiyorum. Başkaları da önemsiyordur.(şarkıya gider
Diyelim "Ben bugün gerçek erkek oldum." yazsam hakkımda ne yorumlar yapılırdı. (Şuraya koskocaman bir) Umurumda değil (yazsam çok rahatlayacağım). 
Umurumda olsaydı yazmazdım. Aşağıdaki fotoğrafı da koymazdım. Bir madalya gibi taşıyacağım göğsümde.










Bunun ne olduğunu, ne anlama geldiğini uzun uzun anlatmayacağım. İnsanlar işleri yoksa düşünsünler, acaba gerçek erkek nasıl oluyor diye. Kendini erkek, adam, delikanlı sanan insanlar var şu hayatta, onları düşünsün düşünesi olan. Bu dünyanın neden bu kadar "tam da yaşanacak bir yer" olduğunun cevabını kendilerini, kendi basit ölçütleriyle değerlendirip olmadığı gibi olduğunu sanan hayalci insanlar verecekler.  Bu gibi şeyler düşünülebilir.

Çok yazdım.

Kısaca şöyle bir "geçiyordum uğradım" yazısı da yazabilirdim:

Güzel gün. Beyoğlu'nda harika bir film: Aşk Seansları. Festivalde toplam beş film izleyecekmişiz. Yarınki gece yarısında. Kadıköy'de de dans eden kadınlar vardı. Kadın milleti çok eğlenceli. "Nelere rağmen?"
(Moda'da oturmadan da mutlu olunabileceğini kanıtlayacak kadar mutluyum.)

Son cümle genel dokundurmalı eğilimlerin bir yansıması. Eski alışkanlıklarımdan. Ne hoş!

Sonuç:
 İnsanlara bir şeylere anlatma ihtiyacı gerçek mi? Beğendiğim bir şeyi iki saat boyunca neden beğendiğimi anlatabilirim ama bunun kime faydası olur? Beğendim deyip geçmek varken onca laf kalabalığının sebebi ne? Ne dersem diyeyim gideceğimiz yer hep aynı. (Yukarıdaki filmi bulup izlemelisiniz demek ne olursa birilerinin izlemesi için yeterli olur?)

Her şeyin başı sağlık.

(başlık yanlışlıkla ilgi çekici olmuş olabilir, kusuruma bakmayayım.)

...

28 Ağustos 2012 Salı

talihsiz bir hikaye: hakkı bulut dinlerken yakalanacağım diye ödüm kopmuyor

ironiyi fark edemediğimizi belli eden şeyler söylersek küçük düşer miyiz?
küçük düşersek dünyanın sonu gelir mi? gelirse dünyanın mı sonu gelir? dünyanın sonu mu gelir? 

insanlardaki ayıplanma korkusu. başkalarının fikirlerine ve sözcüklere bağımlı yaşama. başkaları bir şeyler söylüyor diye söyleme ihtiyacı hissetme. yüceltilmiş, ayin gibi yaşanan yalnızlıklar. asıl olması gerekenleri düşünmemeler. çabasızlık. ... (alt alta yazsaydım bir "şiir" de olabilirmiş bunlar - ilhamesk şiir - kuyu şiiri - iiri - iri - ri - i)

kendimi bunları umursamayan biri olarak hayal ediyorum. sandığımdan daha çok şeyi umursuyor olduğumu anladığımdan beri. oluyor böyle şeyler - 



Radiohead - Street Spirit

4 Aralık 2011 Pazar

bu sefer başlık yok

Gecenin bir yarısı, sosyalleşme çabasında bir insan, sıkılıp msn var mı diye sorduğunda yıllardır kullanmıyorum diye cevaplamama şaşırdığı için başka bir yoldan bana ulaşmasına izin verdim. 03:50. msn kullanmadığıma şaşırabilen insanlar tuhaf geliyor bana. Konuşmaya değer gördüm.

Bu saatte bana ulaşabilmen lükstür dediğimde "Kendini bir lütuf mu sayıyorsun?" diye sordu. "Belki sıkılmışsındır, bir işe yararım diye kabul ettim seni" diye cevapladım. Benden lütuf mu olur durduk yere?

Ne bekliyor benden? Sosyalleşmek, yeni insan tanımanın heyecanı, dağarındaki insan varlığına yeni birini eklemek, bir sevgili bulmak, sadece konuşulabilecek biri? Ne beklenebilir? "İnsanlar birbirleriyle niçin konuşuyorsa ben de seninle onun için konuşmak istedim, başka anlam arama" dediğinde sabah oluyordu. O saatte gıcık biriyle nasıl konuşulacağını defalarca etüt etmiş olmalı, damarına basmaya çalıştıkça ilgisini çektiğimi hissettim. Oldukça sıkıcı. Direngen tavırlar, bunaltıcı klişeler vs

Her şey basit. Eklemek ne kadar kolaysa çıkarmak da o kadar kolay. Her şey hemencecik oluyor.

Uyuyorum dedim, uyudum. Ne kadar kolay. Sevmiyorum böylesini.

İnsanlar sıkıcı. Hatta "Cehennem başkalarıdır." Hatta "oha." O kadar da değil mi?

------------------

Uyandığımda benim için sabahtı, çoğu için öğlen. Yıllardır olduğu gibi.

Şu saatlerde kahve içmek istedim. Bir de bir şeyler yazmak. Kendimle ilgili düşündüm.

Kahve köpürmedi. Oturup karşılıklı bir kahve içelim desem kime diyeceğim? Başkalarının yazdıklarını da okuyamadım. Edebiyat, felsefe dergileri bir yanda. Hepsi çok ağır. Bugünlerde her şey beni aşıyor.

Kendimle karşılıksız oturup köpüksüz kahve içtim. Birinin uzanıp kendi yanaklarından öpmesi gibi. Karşılıksız diyorum. Kendimden bir şey beklemiyorum.

Kim benimle niye konuşur? Benimle ne konuşulur? Kim, niye bilmek ister?

Bir de yine aynı:
"Evreni ateşe vermeyi düşledin; ve alevini kelimelere geçirmeyi, bir tekini tutuşturmayı bile başaramadın!" Cioran

----------------

Son olarak şunu diyeceğim:
Adele bence dünyanın en güzel şarkıcısı. Şu an için. Her şeyiyle öyle geliyor bana.


Adele - Set Fire To The Rain

5 Eylül 2011 Pazartesi

İnsan-ül K.

Bedenim benim ülkem
kaç kişiysem orada,
o kadardır nüfusum.
Kaç yüzüm kadar yüzölçülse keşke,
ama boşlukta kapladığım yer kadardır
yüzölçümüm.

Derim sınırımdır. 
nefesim, bakışım ve sözcükler
hep geçerler sınırı.
Kimseden izin almadan
giderler başka ülkelere.

4 Eylül 2011 Pazar

Orta Yaş Şiirine Renkli Elbiseler Giydirmek

Abuk insanı ve ben ortaklaşa halt ettik, zayıf mizah duygumuzla bir işe kalkıştık. Pişman mıyım, değilim. Yaptık işte bir şeyler. Çok eğlenceliydi (en azından biz çok eğlendik). Vadettiğim üzere yaptığımızı bloğumda paylaşacağım ama önce birkaç diyeceğim var.

İlk olarak aşağıdaki yazıdan bahsedeyim. Abuk insanıyla ortak bir bloğumuz var. Adı "Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları". Birkaç yıl önce Tutunamayanlar'dan esinlenerek tutanak tutmaya karar vermiştik. Birkaç sayfa tutanak tuttuk ve Abuk bunları yıllar sonra evde temizlik yaparken bulup bloğunda paylaştı. 2008 tutanaklarını okuyunca çok hoşumuza gitti ve bir süre önce bir blog açıp burada tutanakların devamını getirmeye karar verdik. Ne kadar eğlendiğimizi anlatmak isterdim ama bunu yaparsam bu yazı amacından sapar. Tutanaklarla ilgili bir karar almıştık, yazdıklarımızı kimse görmeyecekti, sadece bazılarını bloglarımıza koyacaktık. Bunun sebebi de insanları rahatsız etmek istememiz ve kimseyi rahatsız etmeden rahat rahat yazmak istememizdir. Bu tabii tutanakları tuvalet ihtiyacımızı gidermek için kullandığımız anlamına gelmiyor (tutanaklardan kalan bir alışkanlıkla yazdım bunu.) Yeri geldiğinde ağza alınmayacak küfürler ediyoruz falan.

Aşağıdaki yazı benim yazdığım bir şiirin ayrıntılı bir tahlili olarak abuk'un kişisel bloğuna sızdı. Şiir benim, tahlil de abuk'un. Bizim eleştiri anlayışımız biraz seviyesiz olduğu için rahatsız edici bazı unsurlar barındırıyor olabilir. Baştan uyarayım. Ayrıca değişiklik yapmadan, Abuk'un uyarısıyla birlikte burada paylaşıyorum bu yazıyı. Şiirin yorumlanması gibi, yorumun da yorumunu yapabilirdim, ama çok zaman alır, çok uzun bir yazı olur, kimse okumaz diye bulaşmadım.

Özellikle söylemek isterim, umarım aşağıda yazılanlar kimseyi incitmez. Ne kadar terbiyesiz insanlar olsak da kimseyi kırmak, üzmek istemeyiz. Unutulmaması gerekir ki aşağıdaki yazı "özgürlük sapıttırır!" mottolu bir blogdan alınan ve gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi olmayan bir eğlence nesnesidir. Bir de metinlerarasılık olayına fazla takılmadan okursak sevinirim.

Ve bu yazı otosansüre uğradı. Sansüre tümüyle karşı değilim, bazen insanın edepsizliğinin bir sınırı olmalı :)
Ve üzülerek belirtiyorum "çünkü öyle" bloğunda yazan negatif'le "Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları" bloğunda yazan negatif maalesef aynı kişi (Dil çıkaran smiley olacak burada).

O halde buyrun, abuk'un negatif'i şair yaptığı o muhteşem yorum:


"Aşırı Bir Yorum Üzerinden Trajikomik Bir Tahlil Denemesi

Uyarı: Bu şiir ve şiir tahlili denemesi hiçbir şekilde ciddiyet içermemektedir. Tamamen can sıkıntısı içerisinde kıvranan Abuk ve Negatif insanlarının ortaklaşa can sıkıntılarını gidermek için ortaya atılmış bir eğlence ürünüdür. Kamuoyunu baştan uyarmayı bir görev biliriz. Sevgiler saygılar.

BİR ORTA YAŞ SENDROMU OLARAK: BEN KİMİM Kİ?

Ben Kimim Ki? 

                      Sevgili dostum, yönetmen Kim ki? Duk'a

beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını
içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar
akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar
kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte
bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor.

Negatif
---------------------------------------------------------------

Edebiyat dünyamızın sabırsızlıkla yeni şiirlerini beklediği Negatif Bey, uzun bir aradan sonra biz şiirseverleri sevindirerek yeni şiirini edebiyat dünyamıza hediye etti. Uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen Negatif Bey, bu uzun zamanı fazlasıyla değerlendirdiğini kanıtladı bize. Yeni şiir kitabı, "Ben Kimim Ki?" şiirimize yeni soluklar getirdi. Sürekli bir görünüp, iki inzivaya çekilmesiyle meşhur şairimiz, kalemini fazlasıyla sivreltmiş, yaşamını olduğu gibi şiire katmış. Toplam 17 şiirden oluşan kitabı, kitapçılarda yerini çoktan aldı. Neden 17 şiir diye sorarsak, burada da şairimizin güzel göndermesi var aslında. Şiirleri insan yaşamının dönemlerine göndermelerde bulunan şairimiz, yazdığı toplam 17 şiirle biz şiirseverlere birçok şey hatırlatmayı amaçlamış. 17 ise, doğrudan, insanların en güzel yaşı olan 17'ye bir gönderme. "Şairler hep 17 yaşındadır" lafını burada hatırlatmakta fayda var. Bu 17 şiirinde de şairimiz imge dünyasıyla şiir dünyasını temelinden sarstı. Lafı fazla uzatmadan, şairimizin kitabıyla aynı ismi taşıyan en  güzel şiiri "Ben kimim ki?" adlı şiirini inceleyelim;

Ben Kimim Ki?: Şiirin başlığı, bir sorgulamayı içeriyor. Bu sorgulama daha çok, insanın gelişim aşamalarını içeren gelişimsel dönemlerini kapsayan bir olgu. Özellikle, ergenlik dönemlerinde "kimlik inşaası" yaratılırken insanın ortaya attığı bir sorudur. İletişim çağında olduğumuzdan, hızla yarışan insanoğlu, eski çağlardaki gibi kendini sorgulamayı bir kenara bırakmış, ve daha çok çevresindeki gelişmelere kafayı takmıştır. İşte, şairimiz, şiirinin başlığına taşıdığı bu sorgulamayla, insanoğlunun bu unutkanlığına, kendini "yeniden" hatırlaması gerektiğine işaret ediyor. "Ben kimim" sorusu, insanoğlunun ilk çağlardan itibaren kendisine sormaya başladığı bir sorudur. Delphi tapınağının girişindeki "Kendini Tanı" yazısı da buna işaret eder, yüzyıllar boyunca günümüze kadar uzanan feylesoflar, yazarlar, şairler hep bu olguya işaret etmiş, bu soruya cevap aramışlardır; "Ben Kimim?", "İnsan Kim?"...Türlü türlü cevaplar gelmiştir bu soruya, tarihin tozlu sayfalarında her kafadan bir ses çıkıyor görüntüleri/sesleri gelse de, bu gelen cevapların hiçbiri yanlış değildir. Her biri, işin bir ucundan tutarak bu soruya cevap aramış ve cevaplar üretmiştir. Şairimiz, inzivaya çekildiği zamanlardaysa, bu soruyla fazlasıyla ilgilendiği belli oluyor. Kendisiyle uzun uzun sorgulamalara girişmiş ve bebeklik çağlarından itibaren, yaşadığı şu ana kadar uzanan zaman dilimlerini, gelişimsel dönemlere bölerek şiirlerinde cevaplar üretmeye çalışmıştır. Şairimiz, şiirini koyduğu bu başlığıyla, şiirini okumadan önce, bizi, kendimizi sorgulamamız için yemyeşil dağların tepelerine davet ediyor. Neden yemyeşil dağlar peki? Gökyüzünü izlemek için gözlemevleri, dağların en tepesine inşaa edilir, gökyüzü dağların doruklarından izlenir, en güzel gökyüzü gözlemi bu doruklarda yapılır. Şairimiz, göndermeleriyle, imgeleriyle bizi daha başlıklarda vurmasını çok iyi bildiğini kanıtlıyor.

Sevgili dostum, yönetmen Kim Ki? Duk'a: Şairimiz, şiirini ithaf ettiği, uzak doğulu yönetmen Kim Ki Duk'u anarak, şiirinin içeriği yönünde bize gizli mesajlar veriyor daha şiir başlamadan. Bilindiği üzere, Negatif Bey'le Kim Ki Duk, yılları deviren bir dostlukla birbirlerine bağlıdırlar. Kim Ki Duk da, bu dostluğun hatrına bir filmini Negatif Bey'e ithaf etmiş, Negatif Bey de bu jestin altında kalmayarak, dostluğa olan saygısıyla bu güzelim şiiri, sevgili dostu yönetmene ithaf etmiş, biz okuyucularını duygu seline boğmuştur. Şiirin ithaf bölümüne yeniden dönersek, bunu anlayabilmek için, Kim Ki Duk'un filmlerini izlemekte fayda var. Çünkü şiir, gerçekten de bu yönetmenin filmlerin, içeren bir "sessizlikle" örtülü. Bilindiği üzere, Kim Ki Duk'un filmleri, diyalog yoksunudur. Yönetmen, karakterlerini konuşturmayarak, sinemanın gerektirdiği gibi görüntülerle anlatmak istediklerini anlatma yoluna gitmiştir. Fazla söz, kalabalık yaratır, gürültü yaratır. Yönetmenimiz, filmlerinde diyalogları çıkararak, en güzel anlatım yoluna yaklaşmış, az sözle mükemmel anlatımları yakalamıştır. Şiir de böyledir, şiirde ne kadar az sözcük olursa, o kadar iyidir. Bu sözümüz yanlış anlaşılmasın, az söz denilen şey, gereksiz sözcükleri ayıklayarak, az sözle birçok şey anlatmaktır, birçok imge çağrıştırmaktır. "Saf Şiir" denilen kavramın özü de buradadır. Büyük şairler, ömürleri boyunca bu "saf şiir"e yaklaşmak için didinip durmuşlardır. Şiirimizin, ithaf bölümünde bile, şiirsel bir anlatıma yapılan göndermeyi içerir.Ayrıca yönetmenin adıyla ve şiirin adıyla yapılan sözcük oyunu takdire değer nitelikte.


beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını
:

Hatırlatmakta fayda var, argomuzda buraya taşıyamayacağımız bir deyiş vardır. Şairimiz burada bu söylemi alıp, cinsellik içeren bağlamından kopararak çok farklı bir söylem çizgisine çekiyor. Ergenlikten itibaren zirvesinin doruklarına ulaşan cinsel istek, 30'lu yaşlarından itibaren olgunluk çağlarına erişir ve 35'inden sonra da bunun yerini çok farklı şeyler, istekler, hedefler alır. Şairimizin yaşının 37 olduğunu göz önüne alırsak, bu bağlamın da açıklığını kavrayabiliriz. Beynim sulanmış, söylemi, artık sorgulamalardan, kendini aramaktan yorulmuş, çorbaya dönmüş bir beynin yalnızlığını anlatıyor. Ban bana bakışını dizesi de, bu yalnızlığı, sorgulamaların karanlık bir yalnızlık içerisinde yapıldığını ve sorgulamalar, cevap aramalara yönelecek "bir bakış"ı aradığını anlatıyor. Banmak fiili de, kendisine yönelecek olan bakışların, bu muazzam beynin içerisinde yankılanan sorgulamaların, bir bölümüne yönelerek hiç değilse bile bir yardım eli uzatmasını ve, ortak bir şekilde cevap aramaya çağırıyor. Yalnızlık çok kötü bir şey azizim. Yalnızlıktan öte, anlaşılamamanın getirdiği o karanlık yalnızlık. Şairimizin çıkmazlarından bir tanesi de bu, şiir dünyasının mayası olan en önemli özelliği.

içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar
:

"içimden geçen nehirleri seyre dal" dizesi, yukarıdaki dizeleri perçinleyen bir anlatım olmuş. İçimden, beynimden ne sular akıp geçiyor gürül gürül farkında mısın? Niye bir kulak uzatmıyorsun, dinlemiyorsun içimde çağlayan yalnızlığı, diye barım barım bağırıyor resmen. Nehrin de bir varış noktası, hedefi vardır, o da denizdir, okyanustur. Yani çok derin yerlere giden bir yalnızlık, bir hayatı sorgulama meselesi. Şair bu dizeden itibaren, yaşamının hedefine işaret ediyor, bu aklımıza gelebilecek herhangi bir şey olabilir. Fakat, hedefe ulaşmak kolay değildir. bunu da "orta yaş şiirleri"nde de apaçık bir şekilde gördüğümüz klasik bir imge haline gelen "dağ imgesi"ni katarak anlatmayı seçmiş. Şairimiz aslında bu imgeyle, klasik anlatıma bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Artk bıkkınlık veren, hemen hemen bütün orta yaş şiirlerinde yerini alan bu dağ imgesini, nehirlerle birleştirerek, bambaşka bir soluk getirmiş. Ferhat ile Şirin'den itibaren bizim de klasik edebiyatımızda yer almaya başlayan bu "geçit vermez dağlar" söylemi, hedefe ulaşmanın zorluğu, artık orta yaştan itibaren karanlık bir yalnızlık içerisinde yoğun bir şekilde gözlemlenen sorgulamaları, "ne idim, ne oldum?" arayışının bir türlü gelmek bilmez cevaplarını içeriyor. Hayatın muhasebesi, ve gençlik çağlarından itibaren varılmak istenen nokta, ama hayat şartlarının cilveleri eşliğinde varılmak istenen noktadan, hedeften çok başka yerlerde kendini bulmanın getirdiği büyük hüzün, insanı perişan eder. Şairimiz de çekildiği inzivada, bu büyük hüznü duymuş olmalı ki, bu klasik anlatımı kullanarak, bize bunu ironik bir şekilde dile getiriyor.

akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar
:

Bu dizelerde de, sorgulamaların, genellikle, güneşin battığı zamanlarda ortaya çıktığını ve sorgulamaların genellikle, kıç üstü oturarak yapıldığını ve saatlerce sürdüğünü, böylece kıçın uyuşup sızladığını dile getiriyor

kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte
. :

dizeleri de, şairimizin içinde bulunduğu derin, karanlık yalnızlığa yeniden dikkat çekiyor. Kıç üstü yapılan, akşamüzeri sorgulamaları, kimsenin görmediğini haykırıyor. Sadece çok uzaklardan ziyarete gelen, garip bir uzaylının ufuk çizgisinden ufosuyla gelip geçmesiyle, çok uzaktaki kendini anlayabilecek canlıları anlatıyor. Yakınındaki kişilerin bir türlü kendisini anlamadığından yakınan şairimiz, hayalinde yarattığı bu uzaylıyla bir nevi teselli buluyor, onun ufosuyla geçip giderken, kendisine el sallayıp, "merak etme hacı, ben anlıyorum seni, kıçına bereket" diyerek, karanlık yalnızlığına dost oluyor. "geçinip gidiyoruz işte" dizesi de, çok hüzünlü bir anlatımı barındırıyor. Okuyunca gözyaşlarımızı tutamıyoruz, hüngür hüngür ağlıyoruz bu karanlık yalnızlığı görünce.

bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor..
:

Bu dizelerde de, çözülemeyen derin yalnızlık, şairin hayal dünyasını daha çok geliştirerek, kendisine hayali bir arkadaş edinmesini sağladığını gösteriyor. Bu hayali arkadaşın isminin "hakkı" olması fazlasıyla dikkat çekici. Yıllarca yakın çevreleri kendisini anlamadığı için ağır bir depresyona giren şairimiz, bu depresyonu kendisine hayali bir arkadaş yaratarak atlatmayı seçiyor ve, bu hayali arkadaşın üzerinden aldığı ağır yüklere bir şükran niteliğinde ona "hakkı" ismini veriyor. Hayali arkadaşının hakkını veriyor.

--------------------------

Etraflıca tahlil ettiğimiz bu şiirde, anlaşıldığı gibi orta yaşların ağır sendromları olan "kendini sorgulama" "hayatı sorgulama" "derin, karanlık bir yalnızlık" içerisinde örülmüş bu şiir, bizi karanlık bir anlatımla sarıyor ve bu orta yaş çıkmazlarının içerisinde derin bir hüznün içerisinde bırakarak, beynimizi eriten bir sorgulama içerisine itiyor. Şairimiz, bu şiirinde başlığından itibaren klasik söylemleri, bağlamlarından kopararak, bambaşka anlatımlar içerisine yerleştirerek, klasik orta yaş şiirine bir osmanlı tokadı atıyor, kendisine gelmesine sağlıyor."

30 Ağustos 2011 Salı

Şarkılı soru: Ne yapıyorum?

Ne yapıyorum? Bir şarkı var aklımda, onu buraya koyacağım. Kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir şarkı. Buraya kendim hakkında bir şeyler yazarsam iyi olacağını düşündüm, şarkıyı da sanki öylesine geçiyorken uğramış gibi iliştirecektim altına. Şarkının yazdıklarıma ihtiyacı var sanki. Hiçbirine gerek yok. Bu yazdıklarımı da gerekli oldukları için yazmıyorum zaten. Şarkının da yazdıklarımla ilgisi yok. 'Sadece' olan şarkıdır.

Ne yapıyorum? Aklım başıma geldiğinden beri kendimi dilediğim gibi, olmak istediğim gibi yetiştirmeye çalıştım. İdealimdeki insana ulaşmayı istediğim için böyle. Çoğu zaman derdim kendimi yaratmaktı. Bana göre herkes kendisini yaratmalı. Bunun için yürünen yollar elbette değişir, insan bunu yürüyünce anlar. Herkes nerede yürürse yürüsün, önce yolları kendine çıkarmaya çalışmalı. İşte ben ona, yani kendime varmaya çalışıyordum yürüyerek.

Ne yapıyorum? Bir tür aydınlanmaya dolanan anlamsız bir soru aslında. Farkına varmadan önce sorulan sorulardan. Sanki soran cevabını verebilirse uyanacak, veremezse geçiştirecek, aman ya biraz daha uyuyayım diyecek. İçerisine beton dökülecek benlik kuyularının içine hapsedilmeye yazgılı bir soru "Ne yapıyorum?". İnsanın içinde bir yerlerde karşılığı olmalı. Çünkü 'yapmak' var eder insanı ve yapılanlar 'olmak' için bir şeyler ekler ona.  Karşılığını bulmalıyım dedim, buldum.

Ne yapıyorum? Beşinci kez sordum bu soruyu. Bunu saydım, yazana güvenmeyen okur da sağlamasını yapar mı bilmem. İnsan ne yaparsa kendine yapar! Her soruyu cevaplamak gibi bir değişmez-kural mı var? Bazen cevaplamasak da olur, bu ne azaltır ne de çoğaltır. Yine de cevapladım bunu.

Ne yapıyorum? Altıncı kez sorduğumda daha da sıkıcı olmasın diye söyleyeyim: Kendimi aptallaştırıyorum. Bunca zamandır yapmaya çalıştığımın aksine, olanı atmaya, yaptığımı yıkmaya, düştüğümü kalkmaya çalışıyorum. Belki de Andre Gide haklıdır, içimdeki kitapları yakmalıyımdır.

Aptallaşmak çok önemli. Yaşamam için de gerekli şu an. Bunca aptalın yaşadığı dünyada, onları anlamak için de biraz aptal olmayı öğrenmek gerekiyor. (Aptallaşsam da birilerini anlamam gerektiğini hiç unutmuyorum.)


Neyse benim için çok önemli olan bu gereksiz yazıdan sonra 'sadece', 'yalnızca' ve 'aslında' yapmak istediğimi yapayım. Buyrun o şarkı:


                               Nightwish - While Your Lips Are Still Red

16 Ağustos 2011 Salı

şiire renkli kalemlerle bıyık çizmek (arızalı fantastik beklenti)

elimde renkli kalemlerim varken çok acımasız şiir okurum. şiirlere bıyık çiziyorum.

bazı şairciklere "ne cesaretle bunları yazıyorsun?" diye soruyorum. bunu göze alabiliyor mu 'şair'? bence göze alabilmeli. yapamıyorsa yazdığını 'kendisine saklamalı'. 'çirkin' şeylerle şiiri okuyanın 'güzel'ini bozmamalı.  bir de 'kitsch' diye bir kavram var, bütün 'şair'lerin bundan haberi olmalı. yazan, yazdığı 'şey'in ne olduğunu herkesten iyi bilmeli; her harfin; hatta noktanın, virgülün 'bile' hesabını verebilmeli. çünkü şiir 'yüce'dir. şiir duvar yazısı değildir. (beklentim çok mu yüksek ey insanlar?)


ukala damarıma bastın. öyleyse al sana:

sevgili şaircik,
his yoksa şiirinde
karkastan ne farkı kalır onun?

şiir eşiğim var benim. dün yolda giderken şiir eşiği gördüm.
ayrıca taze şiir severim, orta yaş üstü şiirden haz etmem.
içi geçmiş şiir de sevmiyorum. şiir karpuz değildir çünkü.(buradan içi geçmiş karpuz sevdiğim sonucu çıkabilir. onu da sevmem.)

12 Ağustos 2011 Cuma

"Şey" Sorunsalı ve Beynin Geçici Olarak Ulaşılamaması (Başlık bu)

(Apansızın gelen uyarı: Öyle bir yazmışım ki kendimden geçtim okurken. Uyarı mahiyetinde söyleyeyim, bu yazıyı öylesine yazdım. Bir sürü şeyi öylesine yazarım. Zorlama kendini okumak için. Saçma yani. Oku ama sıkıldığın yerde bırak.  Hepsini okursan da demedi deme diye diyorum. Diye demedi diyorum deme. Öyle bir şey işte.)


"Şey"le ilgili bir şeyler yazdım. Bir de "ama"yla ilgili. Çok kasmadan bütün derdimi anlatmak istiyorum, ama daha başında tıkandım.


"Ama" deyip durunca aklıma askerlik geliyor. Bir sürü saçma sebebi var. Buraya yazamayacağım.


"Şey" sözcüğüne fena halde takıldım.

Bunlarla ilgili bir şey yazabilirim fakat (ama yerine fakat) yazdım zaten. Bir daha niye yazayım?

Sanki herkes benim bir şeyler yazmamı çılgınca bekliyormuş gibi artizlik yapmayı seviyorum. Poe'nun bahsettiği insan benim: Düşlerin tek gerçeklik olduğuna inanıyorum.

Laf olsun diye söylenmiş bir şey bu. İnsanlar inanmadıkları şeyleri yazmamalılar. (neleri yazmamalılar sözgelimi?)
Sözgelimi dedim. Hasan Ali Toptaş'tan aldığım bir sözcük. Daha önce bununla ilgili bir yazı yazmıştım. Saçma da olsa durumu izah edebildiğime inanmıştım. Yukarıda "şey" sözcüğünü kullandıktan sonra bir parantez açtım ve gereksiz bir sorgulamaya giriştim. "Şey"in içini neyle dolduracağız?  Bu şey yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı.

"Şey" ne'yi ney yapar. Ney diye bir soru sözcüğümüz yok. Ney bir sazdır. "Ne" ise zamir (her zaman zamir değil bu. Ben şu an o anlamıyla kullanıyorum). Sözlük anlamı da "hangi şey" demektir. Türkçeye "şey" sözcüğünün girmesi olayının tarihçesine falan bulaşmadan özet geçeyim, bu "ne" sözcüğü "şey"le ilgilidir. Sorunun çözümü "ne"yde yatıyor. Türkçeye "şey" sözcüğünü katan arkadaşa inat ben de "ne" sözcüğünün ölçünlü dilde kullanılışının yaygınlaşmasını istiyorum.

Düşündüm de bu yazıyı okumak yerine yapılacak güzel şeyler var. Aklıma kahve içmek geldi böyle söyleyince. Bu saatte kahve içilmez ama olsun. İki cümle önce "şey" dedim. Çıldırıcam. (Yazının başına uyarı koydum. O yüzden rahatladım. Bir de onu dert etmeyeyim diye söylüyorum)

Yazmayacağım da demiştim. Yazdım yine.

Başka konuya geçiyorum.

Beynin geçici olarak ulaşılamaması. Berbat bir durum. Etrafımda olan bitenin bir süre anlamsız ve anlamsız olduğu halde rahatsız etmeyen bir özelliğe bürünmesiyle dünya 1 saatliğine dursa ne olurdu diye bile düşünememektir beynin geçici olarak ulaşılamaması.

:(

(Bu yazdıklarımı silsem mi acaba)


Yazarın sorumluluğundan bahsedeyim.

Bir yazar önce kendisine karşı sonra okuyucularına karşı sorumludur. Yazdıklarıyla insanların vaktini boşa harcamasına sebep olmaktan korkmalıdır yazar. Soran olur belki, hiç yazar olmadım hayatımda. Ama vaktimi boşa harcayan yazarlara çok küfürlü sözler söylemişliğim çoktur. Oradan biliyorum.

Buraya bir şeyler yazmam gerekli gibi hissettiğimden yazdım. Çok sıkıcı bir gündü benim için. Yazarak kendi kendimi eğlendiririm diye düşündüm.

Ancak bu kadar işte.

bugünün güzel "şey"i de bu şarkı:



                                  Suede - Everything will flow


Biraz arakladım gibi oldu, kusura bakmasın artık. Buradan arakladım.

Tuhaf şeyler hissettiren şarkı da bu:


            Bassment - In My Sleeping
     (20 kereden fazlası çok fena kafa yapıyor)

11 Ağustos 2011 Perşembe

Ben bu satırları yazarken

Geldim. Buradayım.

Ortalıklarda görünmem ve dışarı çıkmam gerekiyor. Sadece gerektiği için böyle olması gerekiyor. Özel bir isteğim yok bununla ilgili. Kaçışımın bencillik kısmı beni yordu. Belki birileri kızmıştır. Kızmasın kimse, bazı şeylerin olması gerekir, bir şeyler olması gerektiği için olur bazen.

Kıçımı koyacak sağlam bir şey bulmam lazım. Saatlerce çalışıyorum. Artık oturmaktan yorulduğum için ayağa kalkıp ayakta da çalışıyorum ve sonra mecburen tekrar oturuyorum. Oturduğum yer eskidi, yerine sağlam bir şey koymak gerekiyor (kıçımdan bahsetmiyorum burada).

Belki bunun için de biraz yürümem gerekiyordur. Yalnız yürümeyi sevmediğimi daha önce söylemiştim.

Dışarı çıkmak istemiyorum. Çok işim var. Her şey iyi olsun diye çok çabalamam gerekiyor. Bir sürü hayal kuruyorum ve onların buhar olup uçmasını istemem. Gerçi hayaller hep gaz halinde salınıyor odamın içinde. Burada kalmaları gerek. Onlara iyi bakarsam toprağa da düşecekler, dışarı çıksalar bile. (suyla toprağın buluşması iki sevgilinin buluşması gibi gelir bana hep.) İyi şeyler olacağına inanmak istiyorum. İyi olacağıma.

Yine de dışarı çıkacağım. Evden dışarı çıkmaktan bahsetmiyorum. Kafamı içimden çıkarmaktan bahsediyorum.

Evin dışına da çıkacağım. Yürümek için. Algılarım körelmesin diye.

1 saat en fazla. O da dışarı çıktığıma değerse tabii. Çok hoşuma giderse süreyi biraz uzatabilirim.

Asıl önemli soru geliyor. Kim benimle 1 saat dışarı çıkmak ister? (sonuna ki bağlacı koyasım geldi, ama acınacak bir halde olduğum düşünülsün istemedim; çünkü acınacak bir halde değilim, oldukça iyiyim)

Birileri benimle dışarı çıkmak isteyecektir tabii ki. Ama özellikle vurgulamak istiyorum: Sadece 1 saat. Önemli olan bu yani benim için.

Gittikçe iğrençleşmeye başladığımı hissettim. Böylesi bir ukalalığa da kim dayanabilir bilmiyorum. Neyse, telafi ederiz bir şekilde.

-----
Not: Kıç sözcüğünü vücudun bir bölümünün karşılığı olarak kullandım. Kulağa pek hoş gelmiyor olabilir, ama oramı da yadsıyamam. (Popo deseydim daha mı iyi olur diye düşünmedim değil.)
Not 2: Ne gerek vardı şimdi?
Not 3: Ben bu satırları yazarken aslında çoktan uyumuş olmalıydım.
Not 4: Bir de şarkı var. Bu saate pek uymayacak kadar sert olabilir.

     Demons And Wizards - The Gunslinger

31 Temmuz 2011 Pazar

Öyle

Bugün sinirliyim. Hava çok sıcak. Hiçbir şey yapasım yok. Her şey boktan.

Küfür ederek rahatlıyorum. Her şeye küfür ediyorum.

14 Temmuz 2011 Perşembe

İnsan: Tanım, tanın, tanısı. Tanı.

İnsan: Tanımlanabilir karmaşık canlı. Yığınla tanım yapılabilir insan için. Karmaşıklığından dolayı da bu tanımlar çok dallanıp budaklanır, olur olmadık şekillere bürünür, çeşitlenir. İnsan tanımlarına çok maruz kaldığımı düşünüyorum. Amacı ne olabilir? Niye bu tanımlar gerekli? Tanımlanmasa da olmaz mı?

Bütün düşündüklerim arasından bir tanesini sıyırdım: Anlatmak için tanımlanır insan. İnsanı insana anlatmak. Bu çok gereklidir, çünkü insan insana hem dost hem de düşmandır. Kendimizi insanlardan korumak için ve kendimizi onlarla çoğaltmak için anlamamız gerek insanı. Tanımlar da bir tür anlamlandırma gereçleri.

Benim insan tanımım çok basit ve yüzeysel. Bir hiçtir insan bana göre. Bu onun özgürlüğüdür, var olmasını zorunlu kılan en önemli özelliğidir. Başkalarının tanımlarından da aklıma en çok yatanı ve öyle olduğunu düşünmek istemesem de öyledir dediğim tanım şudur: İnsan, değer yaratabilen tek canlıdır. Acımasızca sorgulamaya açık bir tanım bu. Acaba öyle mi gerçekten?

Değer yaratabilen insan. Çok vardır bunlardan. Ama sadece bu mudur onun özelliği? İnsan değer yaratabildiği gibi değeri ortadan kaldırabilir de. Yaptığı gibi yıkmayı da çok iyi bilir. Kendini, doğayı, türünü yok edebilir; anlamları bozabilir, kendisini var eden şeyleri bir çırpıda atabilir. İçinde iyilik ve kötülük bir aradadır. Diğer canlılar iyilik ve kötülük kavramlarıyla bir arada düşünülemez. Diğer canlılar iyi ya da kötü olamazlar. Bu sadece düşünen canlının yaratabileceği bir şeydir.

İnsan kıskançtır. Bencildir. İlkelliğinden hiçbir zaman kurtulamayacak olandır.
Bazen de saklamayı, saklanmayı ya da kötülüğüyle yaşamayı öğrenmiş, ehil olmuştur.

Büyük oranda ne olacağımıza kendimiz karar veriyoruz. O yüzden acımıyorum (ya da acımamam gerek) bazı insanlara. Kendileri istemişler böyle olmayı diyorum (nasılsalar öyle olmayı.) Tabii ki bazı insanları olmayı istedikleri gibi oldukları için çok beğeniyorum (nasılsalar öyle oldukları için.) Hayranlık bile denilebilir buna (Yine de o kadar zorlamaya gerek yok).

İnsanı seviyorum. İnsandan nefret ediyorum.

(sevmek yazmak gibi geçişsiz bir eylem olmalı. nefret etmek geçişsizdir ve daha baskındır bu yüzden.)
(yazmanın geçişsiz bir eylem olduğunu da roland barthes söylemiştir. bu konuda kafasına çok şey takılıyor haklı olarak ama yine de böyle kabul eder.)
(nefret etmek neden geçişsiz bunun üzerine düşünmek gerek. sevmek-nesne ilişkisi diğer dillerde de hep bizdeki gibi midir? nefret etmenin öyle olmadığını biliyorum. Biz bir şeyden nefret ederiz. Bir şeyi nefret etmeyiz. İngilizce konuşan dünya "I hate you" der örneğin. geçişlidir onların nefretleri.)

Koskocaman bir ACABA. İçini dolduramadım.

Bu kadar bu yazı :)

7 Temmuz 2011 Perşembe

Kısa 2

Hala boşluk. Hala beyazlık. Hala "Mu".
Hala saygı sembolü:
Yalınlık, yalnızlık.

Boşluğu geçtim. Nüans var şimdi. Benimle onun arasında, seninle benim aramda, bizimle onların arasında.

Bir yerlerde.

Genel özeldir. Özel geneldir.

Ama nüans bizimdir. Bize aittir, bizi ayırandır.

Nüans: Boğaziçi Köprüsü gibi.
İncecik. Dibinden bakarsan değil ama.

Bunun şarkısı da var. Fark var falan diyor ya. Öyle aslında. Fark var.
Fark var, ama olmamasına uğraşıyorlar. Çünkü sevmezler farkları.

İnsanları ortalamaya indirmeye ya da yükseltmeye çalışırlar. Her anlamda.
Fark olmasın, uçlar olmasın,  ortalama olsun. Dağılmasın insanlar, düşündüklerimiz aynı olsun, hepimiz aynı ideallerin peşinden koşalım. Bunları istiyorlar.

Farklılıklarımızla birlikte olabildiğimiz zaman her şey çok daha farklı olacak.
Basitçe: Başkasında zaten olan bir şeyi ona vermektense onda olmayan ama onun ihtiyacı olabilecek bir şeyi ona vermek daha anlamlı.

Yani:
Bende, sende olmayan bir şey varsa ve onu seninle paylaşabiliyorsam daha mutlu olacağız diyorum.
Sende olmayıp da bende olan şey farktır.


Bir de şunu diyeceğim:
Japonlar yemeklerini çatal ve bıçakla kesmeyi saygısızlık olarak gördükleri için çubuk kullanıyorlarmış. Ne kadar nazikler.

Roland Barthes okuyorum. Nüans ve Boşluk oralardan geliyor.


Yazıları 'nasıl' yazdığımı yazmayacağım artık. Öyle olması gerektiğini düşündüm.