paramparçalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
paramparçalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Temmuz 2013 Pazartesi

d eğer -

iyi ve az olan değerlidir; güzel ve az olan daha değerlidir;; güzel ve tek olan çok değerlidir;;; tanımlanamayan ve tek olan,, hayatta bir kere olan,,, aynı zamanda hem en iyi hem de en güzel olan değerler ötesidir.

André Gide, "Değer düşüncesini silmeliyiz içimizden; akıl için çok büyük bir engeldir o" derken ne demek istemiş olabilir diye çok düşündüm. Bir düşünceyi silmek için çok düşünmek gerekir. Keşke daha basit olsaydı, halihazırda fazlasıyla ikna olmuşken, "tamam, silelim hemen" diyebilseydim. İçimizdeki değer düşüncesini.

hayatta bir kere olan'ı da silebilsem içimden... işte o zaman, hayatın bir anlamı kalmazdı. en azından düşünmesem belki biraz basit olurdu yaşamak. Keşke daha basit olsaydı. Çok ikna olmuşken koyun da oluverseydim. Bütün güzel çiçekleri yerdim, kimse ses etmezdi.

Aslında basittir yaşamak. Bunu da çok düşündüm. Yaşamamak çok zor ve sıkıcı olurdu, bu yüzden.

4 Eylül 2011 Pazar

Orta Yaş Şiirine Renkli Elbiseler Giydirmek

Abuk insanı ve ben ortaklaşa halt ettik, zayıf mizah duygumuzla bir işe kalkıştık. Pişman mıyım, değilim. Yaptık işte bir şeyler. Çok eğlenceliydi (en azından biz çok eğlendik). Vadettiğim üzere yaptığımızı bloğumda paylaşacağım ama önce birkaç diyeceğim var.

İlk olarak aşağıdaki yazıdan bahsedeyim. Abuk insanıyla ortak bir bloğumuz var. Adı "Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları". Birkaç yıl önce Tutunamayanlar'dan esinlenerek tutanak tutmaya karar vermiştik. Birkaç sayfa tutanak tuttuk ve Abuk bunları yıllar sonra evde temizlik yaparken bulup bloğunda paylaştı. 2008 tutanaklarını okuyunca çok hoşumuza gitti ve bir süre önce bir blog açıp burada tutanakların devamını getirmeye karar verdik. Ne kadar eğlendiğimizi anlatmak isterdim ama bunu yaparsam bu yazı amacından sapar. Tutanaklarla ilgili bir karar almıştık, yazdıklarımızı kimse görmeyecekti, sadece bazılarını bloglarımıza koyacaktık. Bunun sebebi de insanları rahatsız etmek istememiz ve kimseyi rahatsız etmeden rahat rahat yazmak istememizdir. Bu tabii tutanakları tuvalet ihtiyacımızı gidermek için kullandığımız anlamına gelmiyor (tutanaklardan kalan bir alışkanlıkla yazdım bunu.) Yeri geldiğinde ağza alınmayacak küfürler ediyoruz falan.

Aşağıdaki yazı benim yazdığım bir şiirin ayrıntılı bir tahlili olarak abuk'un kişisel bloğuna sızdı. Şiir benim, tahlil de abuk'un. Bizim eleştiri anlayışımız biraz seviyesiz olduğu için rahatsız edici bazı unsurlar barındırıyor olabilir. Baştan uyarayım. Ayrıca değişiklik yapmadan, Abuk'un uyarısıyla birlikte burada paylaşıyorum bu yazıyı. Şiirin yorumlanması gibi, yorumun da yorumunu yapabilirdim, ama çok zaman alır, çok uzun bir yazı olur, kimse okumaz diye bulaşmadım.

Özellikle söylemek isterim, umarım aşağıda yazılanlar kimseyi incitmez. Ne kadar terbiyesiz insanlar olsak da kimseyi kırmak, üzmek istemeyiz. Unutulmaması gerekir ki aşağıdaki yazı "özgürlük sapıttırır!" mottolu bir blogdan alınan ve gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi olmayan bir eğlence nesnesidir. Bir de metinlerarasılık olayına fazla takılmadan okursak sevinirim.

Ve bu yazı otosansüre uğradı. Sansüre tümüyle karşı değilim, bazen insanın edepsizliğinin bir sınırı olmalı :)
Ve üzülerek belirtiyorum "çünkü öyle" bloğunda yazan negatif'le "Abuk Bir Günün Negatif Tutanakları" bloğunda yazan negatif maalesef aynı kişi (Dil çıkaran smiley olacak burada).

O halde buyrun, abuk'un negatif'i şair yaptığı o muhteşem yorum:


"Aşırı Bir Yorum Üzerinden Trajikomik Bir Tahlil Denemesi

Uyarı: Bu şiir ve şiir tahlili denemesi hiçbir şekilde ciddiyet içermemektedir. Tamamen can sıkıntısı içerisinde kıvranan Abuk ve Negatif insanlarının ortaklaşa can sıkıntılarını gidermek için ortaya atılmış bir eğlence ürünüdür. Kamuoyunu baştan uyarmayı bir görev biliriz. Sevgiler saygılar.

BİR ORTA YAŞ SENDROMU OLARAK: BEN KİMİM Kİ?

Ben Kimim Ki? 

                      Sevgili dostum, yönetmen Kim ki? Duk'a

beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını
içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar
akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar
kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte
bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor.

Negatif
---------------------------------------------------------------

Edebiyat dünyamızın sabırsızlıkla yeni şiirlerini beklediği Negatif Bey, uzun bir aradan sonra biz şiirseverleri sevindirerek yeni şiirini edebiyat dünyamıza hediye etti. Uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen Negatif Bey, bu uzun zamanı fazlasıyla değerlendirdiğini kanıtladı bize. Yeni şiir kitabı, "Ben Kimim Ki?" şiirimize yeni soluklar getirdi. Sürekli bir görünüp, iki inzivaya çekilmesiyle meşhur şairimiz, kalemini fazlasıyla sivreltmiş, yaşamını olduğu gibi şiire katmış. Toplam 17 şiirden oluşan kitabı, kitapçılarda yerini çoktan aldı. Neden 17 şiir diye sorarsak, burada da şairimizin güzel göndermesi var aslında. Şiirleri insan yaşamının dönemlerine göndermelerde bulunan şairimiz, yazdığı toplam 17 şiirle biz şiirseverlere birçok şey hatırlatmayı amaçlamış. 17 ise, doğrudan, insanların en güzel yaşı olan 17'ye bir gönderme. "Şairler hep 17 yaşındadır" lafını burada hatırlatmakta fayda var. Bu 17 şiirinde de şairimiz imge dünyasıyla şiir dünyasını temelinden sarstı. Lafı fazla uzatmadan, şairimizin kitabıyla aynı ismi taşıyan en  güzel şiiri "Ben kimim ki?" adlı şiirini inceleyelim;

Ben Kimim Ki?: Şiirin başlığı, bir sorgulamayı içeriyor. Bu sorgulama daha çok, insanın gelişim aşamalarını içeren gelişimsel dönemlerini kapsayan bir olgu. Özellikle, ergenlik dönemlerinde "kimlik inşaası" yaratılırken insanın ortaya attığı bir sorudur. İletişim çağında olduğumuzdan, hızla yarışan insanoğlu, eski çağlardaki gibi kendini sorgulamayı bir kenara bırakmış, ve daha çok çevresindeki gelişmelere kafayı takmıştır. İşte, şairimiz, şiirinin başlığına taşıdığı bu sorgulamayla, insanoğlunun bu unutkanlığına, kendini "yeniden" hatırlaması gerektiğine işaret ediyor. "Ben kimim" sorusu, insanoğlunun ilk çağlardan itibaren kendisine sormaya başladığı bir sorudur. Delphi tapınağının girişindeki "Kendini Tanı" yazısı da buna işaret eder, yüzyıllar boyunca günümüze kadar uzanan feylesoflar, yazarlar, şairler hep bu olguya işaret etmiş, bu soruya cevap aramışlardır; "Ben Kimim?", "İnsan Kim?"...Türlü türlü cevaplar gelmiştir bu soruya, tarihin tozlu sayfalarında her kafadan bir ses çıkıyor görüntüleri/sesleri gelse de, bu gelen cevapların hiçbiri yanlış değildir. Her biri, işin bir ucundan tutarak bu soruya cevap aramış ve cevaplar üretmiştir. Şairimiz, inzivaya çekildiği zamanlardaysa, bu soruyla fazlasıyla ilgilendiği belli oluyor. Kendisiyle uzun uzun sorgulamalara girişmiş ve bebeklik çağlarından itibaren, yaşadığı şu ana kadar uzanan zaman dilimlerini, gelişimsel dönemlere bölerek şiirlerinde cevaplar üretmeye çalışmıştır. Şairimiz, şiirini koyduğu bu başlığıyla, şiirini okumadan önce, bizi, kendimizi sorgulamamız için yemyeşil dağların tepelerine davet ediyor. Neden yemyeşil dağlar peki? Gökyüzünü izlemek için gözlemevleri, dağların en tepesine inşaa edilir, gökyüzü dağların doruklarından izlenir, en güzel gökyüzü gözlemi bu doruklarda yapılır. Şairimiz, göndermeleriyle, imgeleriyle bizi daha başlıklarda vurmasını çok iyi bildiğini kanıtlıyor.

Sevgili dostum, yönetmen Kim Ki? Duk'a: Şairimiz, şiirini ithaf ettiği, uzak doğulu yönetmen Kim Ki Duk'u anarak, şiirinin içeriği yönünde bize gizli mesajlar veriyor daha şiir başlamadan. Bilindiği üzere, Negatif Bey'le Kim Ki Duk, yılları deviren bir dostlukla birbirlerine bağlıdırlar. Kim Ki Duk da, bu dostluğun hatrına bir filmini Negatif Bey'e ithaf etmiş, Negatif Bey de bu jestin altında kalmayarak, dostluğa olan saygısıyla bu güzelim şiiri, sevgili dostu yönetmene ithaf etmiş, biz okuyucularını duygu seline boğmuştur. Şiirin ithaf bölümüne yeniden dönersek, bunu anlayabilmek için, Kim Ki Duk'un filmlerini izlemekte fayda var. Çünkü şiir, gerçekten de bu yönetmenin filmlerin, içeren bir "sessizlikle" örtülü. Bilindiği üzere, Kim Ki Duk'un filmleri, diyalog yoksunudur. Yönetmen, karakterlerini konuşturmayarak, sinemanın gerektirdiği gibi görüntülerle anlatmak istediklerini anlatma yoluna gitmiştir. Fazla söz, kalabalık yaratır, gürültü yaratır. Yönetmenimiz, filmlerinde diyalogları çıkararak, en güzel anlatım yoluna yaklaşmış, az sözle mükemmel anlatımları yakalamıştır. Şiir de böyledir, şiirde ne kadar az sözcük olursa, o kadar iyidir. Bu sözümüz yanlış anlaşılmasın, az söz denilen şey, gereksiz sözcükleri ayıklayarak, az sözle birçok şey anlatmaktır, birçok imge çağrıştırmaktır. "Saf Şiir" denilen kavramın özü de buradadır. Büyük şairler, ömürleri boyunca bu "saf şiir"e yaklaşmak için didinip durmuşlardır. Şiirimizin, ithaf bölümünde bile, şiirsel bir anlatıma yapılan göndermeyi içerir.Ayrıca yönetmenin adıyla ve şiirin adıyla yapılan sözcük oyunu takdire değer nitelikte.


beynim sulanmış ekmek ban ye
ban bana bakışını
:

Hatırlatmakta fayda var, argomuzda buraya taşıyamayacağımız bir deyiş vardır. Şairimiz burada bu söylemi alıp, cinsellik içeren bağlamından kopararak çok farklı bir söylem çizgisine çekiyor. Ergenlikten itibaren zirvesinin doruklarına ulaşan cinsel istek, 30'lu yaşlarından itibaren olgunluk çağlarına erişir ve 35'inden sonra da bunun yerini çok farklı şeyler, istekler, hedefler alır. Şairimizin yaşının 37 olduğunu göz önüne alırsak, bu bağlamın da açıklığını kavrayabiliriz. Beynim sulanmış, söylemi, artık sorgulamalardan, kendini aramaktan yorulmuş, çorbaya dönmüş bir beynin yalnızlığını anlatıyor. Ban bana bakışını dizesi de, bu yalnızlığı, sorgulamaların karanlık bir yalnızlık içerisinde yapıldığını ve sorgulamalar, cevap aramalara yönelecek "bir bakış"ı aradığını anlatıyor. Banmak fiili de, kendisine yönelecek olan bakışların, bu muazzam beynin içerisinde yankılanan sorgulamaların, bir bölümüne yönelerek hiç değilse bile bir yardım eli uzatmasını ve, ortak bir şekilde cevap aramaya çağırıyor. Yalnızlık çok kötü bir şey azizim. Yalnızlıktan öte, anlaşılamamanın getirdiği o karanlık yalnızlık. Şairimizin çıkmazlarından bir tanesi de bu, şiir dünyasının mayası olan en önemli özelliği.

içimden geçen nehirleri seyre dal
geçit vermez dağlar
ve yollar
:

"içimden geçen nehirleri seyre dal" dizesi, yukarıdaki dizeleri perçinleyen bir anlatım olmuş. İçimden, beynimden ne sular akıp geçiyor gürül gürül farkında mısın? Niye bir kulak uzatmıyorsun, dinlemiyorsun içimde çağlayan yalnızlığı, diye barım barım bağırıyor resmen. Nehrin de bir varış noktası, hedefi vardır, o da denizdir, okyanustur. Yani çok derin yerlere giden bir yalnızlık, bir hayatı sorgulama meselesi. Şair bu dizeden itibaren, yaşamının hedefine işaret ediyor, bu aklımıza gelebilecek herhangi bir şey olabilir. Fakat, hedefe ulaşmak kolay değildir. bunu da "orta yaş şiirleri"nde de apaçık bir şekilde gördüğümüz klasik bir imge haline gelen "dağ imgesi"ni katarak anlatmayı seçmiş. Şairimiz aslında bu imgeyle, klasik anlatıma bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Artk bıkkınlık veren, hemen hemen bütün orta yaş şiirlerinde yerini alan bu dağ imgesini, nehirlerle birleştirerek, bambaşka bir soluk getirmiş. Ferhat ile Şirin'den itibaren bizim de klasik edebiyatımızda yer almaya başlayan bu "geçit vermez dağlar" söylemi, hedefe ulaşmanın zorluğu, artık orta yaştan itibaren karanlık bir yalnızlık içerisinde yoğun bir şekilde gözlemlenen sorgulamaları, "ne idim, ne oldum?" arayışının bir türlü gelmek bilmez cevaplarını içeriyor. Hayatın muhasebesi, ve gençlik çağlarından itibaren varılmak istenen nokta, ama hayat şartlarının cilveleri eşliğinde varılmak istenen noktadan, hedeften çok başka yerlerde kendini bulmanın getirdiği büyük hüzün, insanı perişan eder. Şairimiz de çekildiği inzivada, bu büyük hüznü duymuş olmalı ki, bu klasik anlatımı kullanarak, bize bunu ironik bir şekilde dile getiriyor.

akşamüzerileri
kıçımın kenarı
sızlar sızlar sızlar
:

Bu dizelerde de, sorgulamaların, genellikle, güneşin battığı zamanlarda ortaya çıktığını ve sorgulamaların genellikle, kıç üstü oturarak yapıldığını ve saatlerce sürdüğünü, böylece kıçın uyuşup sızladığını dile getiriyor

kimse görmeden
ufukta bir uzaylı geçiyor
geçinip gidiyoruz işte
. :

dizeleri de, şairimizin içinde bulunduğu derin, karanlık yalnızlığa yeniden dikkat çekiyor. Kıç üstü yapılan, akşamüzeri sorgulamaları, kimsenin görmediğini haykırıyor. Sadece çok uzaklardan ziyarete gelen, garip bir uzaylının ufuk çizgisinden ufosuyla gelip geçmesiyle, çok uzaktaki kendini anlayabilecek canlıları anlatıyor. Yakınındaki kişilerin bir türlü kendisini anlamadığından yakınan şairimiz, hayalinde yarattığı bu uzaylıyla bir nevi teselli buluyor, onun ufosuyla geçip giderken, kendisine el sallayıp, "merak etme hacı, ben anlıyorum seni, kıçına bereket" diyerek, karanlık yalnızlığına dost oluyor. "geçinip gidiyoruz işte" dizesi de, çok hüzünlü bir anlatımı barındırıyor. Okuyunca gözyaşlarımızı tutamıyoruz, hüngür hüngür ağlıyoruz bu karanlık yalnızlığı görünce.

bir de hakkı var
yanımda
o da selam söylüyor..
:

Bu dizelerde de, çözülemeyen derin yalnızlık, şairin hayal dünyasını daha çok geliştirerek, kendisine hayali bir arkadaş edinmesini sağladığını gösteriyor. Bu hayali arkadaşın isminin "hakkı" olması fazlasıyla dikkat çekici. Yıllarca yakın çevreleri kendisini anlamadığı için ağır bir depresyona giren şairimiz, bu depresyonu kendisine hayali bir arkadaş yaratarak atlatmayı seçiyor ve, bu hayali arkadaşın üzerinden aldığı ağır yüklere bir şükran niteliğinde ona "hakkı" ismini veriyor. Hayali arkadaşının hakkını veriyor.

--------------------------

Etraflıca tahlil ettiğimiz bu şiirde, anlaşıldığı gibi orta yaşların ağır sendromları olan "kendini sorgulama" "hayatı sorgulama" "derin, karanlık bir yalnızlık" içerisinde örülmüş bu şiir, bizi karanlık bir anlatımla sarıyor ve bu orta yaş çıkmazlarının içerisinde derin bir hüznün içerisinde bırakarak, beynimizi eriten bir sorgulama içerisine itiyor. Şairimiz, bu şiirinde başlığından itibaren klasik söylemleri, bağlamlarından kopararak, bambaşka anlatımlar içerisine yerleştirerek, klasik orta yaş şiirine bir osmanlı tokadı atıyor, kendisine gelmesine sağlıyor."

20 Ağustos 2011 Cumartesi

çok mu zormuş neymiş

(...)

"keşke bir düşünce olarak kalsaydım. nasıl bir hayatın içine gireceğim, kimi seveceğim, nerede olacağım, neler düşüneceğim hiç sorulmuş muydu acaba? -bir şey yapalım mı? -hayır, yapmayalım! bu çok mu zordu?

bu noktada reddetmek, hayır demek yaşamsal önem taşıyormuş benim için. bunu yanlış zamanda sorguluyorum, farkındayım. yirmi iki yıl önce konuşmayı, reddetmeyi, en önemlisi seçmeyi öğrenmiş olmalıydım; bu hiçkimse için mümkün değildir.  maalesef yaşama geçirilmiş bir düşünceyim ben, kılgılı bir düşüm. kimseye zorluk çıkarmayacağım varsayımıyla birlikte gelmişim dünyaya. benim yerime yanlış bir seçim yapılmış. o zamanlar hayatın anafikri bile belli değilmiş. bu gece yorgun olunabilirdi. her gece yorgun olunabilirdi. bahane uydurmak çok mu zordu?

şimdi soracağım soru belli. konuşmayı, reddetmeyi (belki hayır demeyi de), seçmeyi öğrendim.  beni nasıl bu hale getirdiniz? belli olmasını istedim sadece. zorla. sıkıntımdan.. belirsizliğin getirdiği sıkıntıdan. bir şeyler belli olmalı. her şey olmaz ama birkaç şey görünür olsa olmaz mıydı?

 (...)

başım bir ateş topu gibi. omuzlarımı da çekemiyorum.
canlıların ateşe tepkisi bellidir. bedenimi başımdan kaçıramıyorum: ayrılmıyor bir türlü. bu noktada ağaçları anlıyorum ben. kaçamayışlarını, yaşamak için bir şeylere bağlı kalmak zorunda olmalarını ve susuz kaldıklarında yavaşça ölmelerini anlıyorum. yanarlarken benim gibi hissediyor olmalılar. konuşabilseler anlıyoruz derlerdi. onu da yapamıyorlar. peki, ben konuşuyorum da noluyor? Ne var yani, noluyor?"

30 Kasım 2008, Pazar saat: 23:39

--------------------------------------

çok mu zormuş?
öyleymiş.

:)

20 Ağustos 2011, Cumartesi saat: 02:30


                           In Flames - The Chosen Pessimist

15 Ağustos 2011 Pazartesi

hareketsizlik notları

1. Bu gece uyumayacağım. Kötü görünüyor.
Yapabileceklerimi düşündüm iyi edeyim diye.
Düşündüklerimden vazgeçtim. Yanlışlar, gücünün yetmediği çocuğa bir sürü insan toplayıp meydan dayağı attıran çocuklar gibidir çünkü. (Zorlamaya gerek yok: yanlışlar yanlışları çağırırlar çünkü'dür bunun ederi). Kafamın içinde arsızca dolaşan şeyler var. Dünden kaldı. Uyku sorunu da öyle.

Hayatımın önemli bir kısmında düşündüğümün aksine gecelerin sadece uyumak için olduğunu düşünmeye başlamıştım. Günün pisliklerini örter gece. Uykuyla. Bu görevle kutsamıştım onu. Beni rahatsız etmesini istemediğim için oynuyorum onunla. Beni hapsediyordu. Ben onu hapsetmeliydim uykuma. Oyun buydu, başarıyordum da.

Bu gece  uyumayacağım.

2. Burayı rahat bırakayım diye yeni bir blog açtım. Kendimle konuşuyorum. Yazmak istediklerimi oturup yazabilirim. Başkalarına bir sürü yazıyorum, kendime niye yazmayayım? Ama yazmayacağım, çünkü yazı da hapsediyor.
Stranger Than Fiction izlemek istedim. Madem uyumayacağım, madem yazmayacağım, madem okumayacağım. Bari izleyeyim. Bundan da vazgeçtim. En sevdiğim film bu sanırım. Kötü amaçlarım için kullanmak istemedim. House M.D. izleyeceğim, ama o da bitecek. Sonra ne yapacağımı şimdiden düşünmek sıkıyor. Bu hallerim çok engelliyor beni. (Biri hangi hallerim olduğunu soracak diye korkuyorum bazen. Halbuki kimse sormaz bunu, niye korkayım ki.)

Birkaç soru:
Geceleri, herkesten uzakta yaşarken, birilerine ihtiyaç duyuyor muydum? Geceleri yalnız başıma ne yapıyordum? Gündüz ben uyurken insanlar ne yapıyordu? Daha önemlisi, insanlar uyurken ben ne yapıyordum?

Geceleri ne yaptığımı unutmuşum. Ya da gece yapacaklarımla gündüz yapacaklarımı yer değiştirmek için çok zorlamışım kendimi, eksik kalmış. Eksik olsun.

Bulanıklaşıyor.

3. Kendimden medet umuyorum. Bu demek oluyor ki küçük bir zafer kazandım hayata karşı.
"Ey sen var mısın?
Ey olma!.."

4. Yankıdan korkuyor musun? Benim duymak istediğimden. Kendi sesimi duymamdan.

5. "What is this shit!" demeyi severim. Çok.

6. 

"let the chaos rule the rest."

7. Dinlenmem lazım. O yüzden hiçbir şey yapmayacağım:
Ama kimse boşluktan kaçamaz. Çünkü içindeyiz her zaman.



8.


                       Apocalyptica - I Don't Care

12 Ağustos 2011 Cuma

"Şey" Sorunsalı ve Beynin Geçici Olarak Ulaşılamaması (Başlık bu)

(Apansızın gelen uyarı: Öyle bir yazmışım ki kendimden geçtim okurken. Uyarı mahiyetinde söyleyeyim, bu yazıyı öylesine yazdım. Bir sürü şeyi öylesine yazarım. Zorlama kendini okumak için. Saçma yani. Oku ama sıkıldığın yerde bırak.  Hepsini okursan da demedi deme diye diyorum. Diye demedi diyorum deme. Öyle bir şey işte.)


"Şey"le ilgili bir şeyler yazdım. Bir de "ama"yla ilgili. Çok kasmadan bütün derdimi anlatmak istiyorum, ama daha başında tıkandım.


"Ama" deyip durunca aklıma askerlik geliyor. Bir sürü saçma sebebi var. Buraya yazamayacağım.


"Şey" sözcüğüne fena halde takıldım.

Bunlarla ilgili bir şey yazabilirim fakat (ama yerine fakat) yazdım zaten. Bir daha niye yazayım?

Sanki herkes benim bir şeyler yazmamı çılgınca bekliyormuş gibi artizlik yapmayı seviyorum. Poe'nun bahsettiği insan benim: Düşlerin tek gerçeklik olduğuna inanıyorum.

Laf olsun diye söylenmiş bir şey bu. İnsanlar inanmadıkları şeyleri yazmamalılar. (neleri yazmamalılar sözgelimi?)
Sözgelimi dedim. Hasan Ali Toptaş'tan aldığım bir sözcük. Daha önce bununla ilgili bir yazı yazmıştım. Saçma da olsa durumu izah edebildiğime inanmıştım. Yukarıda "şey" sözcüğünü kullandıktan sonra bir parantez açtım ve gereksiz bir sorgulamaya giriştim. "Şey"in içini neyle dolduracağız?  Bu şey yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı.

"Şey" ne'yi ney yapar. Ney diye bir soru sözcüğümüz yok. Ney bir sazdır. "Ne" ise zamir (her zaman zamir değil bu. Ben şu an o anlamıyla kullanıyorum). Sözlük anlamı da "hangi şey" demektir. Türkçeye "şey" sözcüğünün girmesi olayının tarihçesine falan bulaşmadan özet geçeyim, bu "ne" sözcüğü "şey"le ilgilidir. Sorunun çözümü "ne"yde yatıyor. Türkçeye "şey" sözcüğünü katan arkadaşa inat ben de "ne" sözcüğünün ölçünlü dilde kullanılışının yaygınlaşmasını istiyorum.

Düşündüm de bu yazıyı okumak yerine yapılacak güzel şeyler var. Aklıma kahve içmek geldi böyle söyleyince. Bu saatte kahve içilmez ama olsun. İki cümle önce "şey" dedim. Çıldırıcam. (Yazının başına uyarı koydum. O yüzden rahatladım. Bir de onu dert etmeyeyim diye söylüyorum)

Yazmayacağım da demiştim. Yazdım yine.

Başka konuya geçiyorum.

Beynin geçici olarak ulaşılamaması. Berbat bir durum. Etrafımda olan bitenin bir süre anlamsız ve anlamsız olduğu halde rahatsız etmeyen bir özelliğe bürünmesiyle dünya 1 saatliğine dursa ne olurdu diye bile düşünememektir beynin geçici olarak ulaşılamaması.

:(

(Bu yazdıklarımı silsem mi acaba)


Yazarın sorumluluğundan bahsedeyim.

Bir yazar önce kendisine karşı sonra okuyucularına karşı sorumludur. Yazdıklarıyla insanların vaktini boşa harcamasına sebep olmaktan korkmalıdır yazar. Soran olur belki, hiç yazar olmadım hayatımda. Ama vaktimi boşa harcayan yazarlara çok küfürlü sözler söylemişliğim çoktur. Oradan biliyorum.

Buraya bir şeyler yazmam gerekli gibi hissettiğimden yazdım. Çok sıkıcı bir gündü benim için. Yazarak kendi kendimi eğlendiririm diye düşündüm.

Ancak bu kadar işte.

bugünün güzel "şey"i de bu şarkı:



                                  Suede - Everything will flow


Biraz arakladım gibi oldu, kusura bakmasın artık. Buradan arakladım.

Tuhaf şeyler hissettiren şarkı da bu:


            Bassment - In My Sleeping
     (20 kereden fazlası çok fena kafa yapıyor)

6 Ağustos 2011 Cumartesi

dışlanmış yazı

Basitçe:

Hayatım(ız)a yeni bir şey girdi ve ben arayıp da bulamadığımı düşündüğüm şeyi buldum. Öyle bir rahatladım ki. Yaşadığım tıkanma beni boğmadan aradığımı bulmak iyi geldi.


Yazıp da yayınlamadığım yazılardan birini yayınlamaya karar verdim. Kendime "ne gerek var?" diye sormadan.


"1. Bazen anlatmak istediklerim olur, sen diyerek söze başlayıp bir sürü anlatırım. 'Sen' kimdir, nedir belli değildir, önemli de değildir. Anlamsızlığına rağmen kullanılan kalıplardandır 'sen'. Sadece muhabbet ilerlesin diye vardır, anlık bir varsayım kişisidir. Yazan kendi sesini kendisine dost duymazsa 'sen' arar.


Örnek verirken sözgelimi diye söze başlamayı bir yazardan öğrendim mesela. Bu mesela sözcüğünden gıcık kaptığım için sözgelimi derim. Bu konuyla ilgili ciddi takıntılarım olduğunu da şimdi fark ediyorum. Yakalandım yine. Burada yazdıklarımın ilk paragrafla ilgisi çok zayıf. Söze başlamak gerek. Kime seslendiğimizi bilmezsek nasıl başlayacağız. Örnek verirken sözgelimi diye başlama zaruretimiz mi var? şasdlkasşd

(Gündüz vakti yazayım yazımı ya.)

"Aslını öğrenmek isterseniz..."

"Bana sorarsanız..."

Ne kadar sinir bozucu şeyler bunlar.

Anlatacaklarını dinleyecek birisi olmadan anlatacağını anlatamayan bir insanım. Bu açıdan bakınca okuduğum her şey saçma geliyor.

2. "Atlamam ama yine de branda falan ger istersen. Öyle teferruata falan da gerek yok aslında. Eskimiş bir çarşaf da olabilir, fiyakam bozulmaz yani. Yine de dur oralarda, bana pek belli olmaz."

Plasebodur 'sen'. Kurtarıcıdır.

(de bağlacı ölümcüldür, can sıkıcıdır, dövülesidir.)

3. Bazen muhatap bulmakta zorlanırım anlatırken. Öznelerim de pek belli değildir. Aslında kendimden başka anlatacak hiçbir şeyim yok, benim de anlatılacak pek bir şeyim yok. O halde neyi anlatıyorum?  Anlatılan ve anlatan da olamayacaksam niye anlatayım?

4. Ne anlattığım da önemli değil. Anlatmak isterim, dinleyenim olsun isterim. Sustuğumda kimse gitmesin, böyle karşımda dururken sıkılsın, sessizliğin getirdiği boşlukta kendini kurcalamaya başlasın diye beklerim. Sonra dökülsün. Ben dinlerim. Dost böyle olunuyor.



Demek istediğim tam da buydu. "Kimi" diye sorduğumda bir cevap veremiyorum.

Kim dökülsün, kim anlatsın, kimi dinlerim? Yok öyle biri(leri).

5. Cennet bize gelmeyecek, biz ona gidelim.

Bugün niye gitmedik? 'Sen' neredeyse orası cennettir diye mi?

6. Zaman veya vakit sözcüklerine Türkçe bir karşılık bulamıyorum. Süre diyeceğim, güzel bir karşılık gibi görünüyor ama olmuyor. Bir dilde bir sözcük başka bir dilden ödünç alınmışsa o sözcük üzerine düşünülenler hep yabancı bir şey üzerine düşünülür gibi düşünüyorum. Burada ne demek istediğimi sadece ben anlamam umarım.

7.Galiba yalnız kalmak istemiyorum. Anlatabiliyor muyum?"

7 Temmuz 2011 Perşembe

Kısa 2

Hala boşluk. Hala beyazlık. Hala "Mu".
Hala saygı sembolü:
Yalınlık, yalnızlık.

Boşluğu geçtim. Nüans var şimdi. Benimle onun arasında, seninle benim aramda, bizimle onların arasında.

Bir yerlerde.

Genel özeldir. Özel geneldir.

Ama nüans bizimdir. Bize aittir, bizi ayırandır.

Nüans: Boğaziçi Köprüsü gibi.
İncecik. Dibinden bakarsan değil ama.

Bunun şarkısı da var. Fark var falan diyor ya. Öyle aslında. Fark var.
Fark var, ama olmamasına uğraşıyorlar. Çünkü sevmezler farkları.

İnsanları ortalamaya indirmeye ya da yükseltmeye çalışırlar. Her anlamda.
Fark olmasın, uçlar olmasın,  ortalama olsun. Dağılmasın insanlar, düşündüklerimiz aynı olsun, hepimiz aynı ideallerin peşinden koşalım. Bunları istiyorlar.

Farklılıklarımızla birlikte olabildiğimiz zaman her şey çok daha farklı olacak.
Basitçe: Başkasında zaten olan bir şeyi ona vermektense onda olmayan ama onun ihtiyacı olabilecek bir şeyi ona vermek daha anlamlı.

Yani:
Bende, sende olmayan bir şey varsa ve onu seninle paylaşabiliyorsam daha mutlu olacağız diyorum.
Sende olmayıp da bende olan şey farktır.


Bir de şunu diyeceğim:
Japonlar yemeklerini çatal ve bıçakla kesmeyi saygısızlık olarak gördükleri için çubuk kullanıyorlarmış. Ne kadar nazikler.

Roland Barthes okuyorum. Nüans ve Boşluk oralardan geliyor.


Yazıları 'nasıl' yazdığımı yazmayacağım artık. Öyle olması gerektiğini düşündüm.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Verilen Kararın Geri Alınmaması

Bak çok düşündüm, bir şeyler yapmaya karar verdim. Biraz kafam dağılsın diye film izleyecektim. İki saat geçti izlemeye karar vermemin üstünden.

Verilen karar geri alınmıyor. Yapmazsın, olmaz, olmasın. Çok mu önemli?

Çok önemli tabii.
Bu iki saat neyle geçti ve neyle geçmesi gerekirdi?

Yine de haksızlık etmeyeyim kendime. Çok  işim var benim. Çilemi doldurmam gerekli hem. Şartlar olgunlaşıp dalından düşmeli, sonra hayatı öpmeli falan.

Liste uzun. Ama iyi ve güçlü olmalıyız yapmak için. Sağlam durmalı,

Çok önemli olanlar itinayla çok daha önemli olmalı. Buna uğraşmalıyız, yeterince önemli değilse de zorlamalıyız ki genelde böyle şeyler yaparız.
Verilen kararlar geri alınmamalı. Yoksa karar vermenin anlamı kalmaz.

Bak, mantıklı da düşünebiliyorum.
Ama mantıklı hissedemiyorum, mantıklı saçmalayamıyorum, mantıklı düşünebiliyorum sadece. O da birkaç kere aynı şeyi tekrarlayınca biçimsiz bir şey olup çıkıyor.

Mantıklı hissedemez insan, o nereden çıktı diye sorup duruyorsun. Pek faydasız bir çaba bu. Yazmak için yazılıyor bunlar. Genelde böyle yaparız.

Buradan etik olaylarına girerim ben. Etik illa olması gereken bir şey değil aslında. İnsan icadı, çoğunlukla önemsenmeyen yapay bir kavram. Kimin umurunda?

Ortaya bir şey atacağım şimdi, sansasyonel bir şey. Kimsenin umurunda olmayacak.

"Para karşılığı yazı yazmak fahişeliktir."

Kimse önemsemedi değil mi?

Ben de öyle düşünmüştüm zaten. Sorun yok. Sorun yok.

Amaçsız

Trafiğe kapalı, kalabalık, uzunca bir caddede yürüyorlar. İlk baktıkları yerler kitapçılar.
Bu insanları tanıyorum. Seçiyorlar, çünkü kitap seviyorlar.

Sonra bir sahaf. İçeride daha önce alınması kararlaştırılmış binlerce kitap. Sohbet ediliyor. Bu da güzel, o da güzel. Hepsini alacağım. Hepsini okuyacağım. Ama yetemez kimse. Almaya da okumaya da.

Caddeden dar bir sokağa sapılıyor. Kapısının önünde sigara içen insanların olduğu binanın ikinci katına çıkılıyor. Karanlık bir ortam, sessiz; kalabalık olmasına rağmen sessiz, karanlık.

Burası bir bar. Oturuyorlar bir masaya. Ne beklediklerini bilmeden bekliyorlar. Sahneye birileri çıkıyor. İğrenç saksafon sesi. Biri nefret ediyor bu sesten, öteki çok umursamasa da hoşlanmadığını belli ediyor. Şarkılar dinleniyor, beğenilmiyor, yüzlerdeki ifadeler değişiyor. Sıkılıyorlar. Katlanıyorlar nedensiz. Orada olmak istemiş olması önemli bir şey, önemini yitirmesini istemiyorlar. Bir kere orada olmak istediler ve oradalar. Bundan daha fazlası yok zaten. Oraya gelmelerinin nedenini sormuyor bu yüzden.

İki bira. Gerisi önemli değil. Üstüne iki bira daha. Gerisi gerçekten önemli değil.


Gitmeleri gerekiyor.

Çıkıp gidiyorlar.


-----------------------


Kitapçılara hep bakarlar. İlla kitap alacaklarından değil, ne var ne yok diye, öylesine de bakarlar. Hem ortamı severler, güvenlidir, sakindir, kitap okuyan birileri vardır oralarda. Onlardan zarar gelmez diye düşünürler.

Sahafa girdiklerinde başları dönüyor. Haz alıyorlar orada olmaktan. Belki sadece oraya gitmek için dışarı çıkılıyor. Pek emin değiller. Öyle gibi ama.

Bara oturduklarında ne beklediklerini biliyorlar aslında. Biri gelse ne içersiniz diye sorsa diye bekliyorlar. Onun dışında ne beklediklerini bilmiyorlar.

İki bira. Gerisi önemli aslında. Önemsiz olması istenenler önemsiz. Gerisi önemli değil. Bu yüzden. İsteyince olmayacak ne var şu hayatta?

Lan, saksafonun sesi gerçekten de berbat. Bir boka yaramaz o alet. Haklılar aslında.

Gidecekler, başka yapacak bir şeyleri yok.


-------------------


Ne öğrendin sen şimdi bundan? Niye yazdın bunları?


-------------------


Ölümüne yazmak falan. Defterler dolsun. Alabildiğine oradan buradan bir şeyler yazmak. Yazı fetişisti.


Geçen gün düşündüm bunları. Sonra yakalandım, anlarımı bozdum. Kurcaladım. Yerden yere vurdum.


Yazmak istemek; farkında olmadığım bir sıkıntım var ya da olacak demek.

Yazmak da bu yüzden, çoğunlukla kendimi ele vermek demek.
Kendimi kendime gammazlayınca hiç mutlu olmuyorum ki demek.

Yine de olsun diyorum, hiç durmuyor. Devam et.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Notlar:

1. Yazının bağlamı sosyal bir laboratuvar olarak düşünülebilir. Anlamlandırabilmek için yazıya başvurmak, bence iyi bir yol. Farklı şekillerde de anlamlandırabiliriz dünyayı, ama yazmanın bazı üstünlükleri var. Yazarak daha iyi anlatabiliyorum kendimi, insanları da daha iyi anlayabilmeyi umuyorum.

Anlatmak istediğim sıradan bir şey değilse sıradan olmayan bir karakter yaratıp onun üzerinden varsayımlar oluşturarak gerçekleşme olasılığı yüksek bazı olaylar ve durumlar yaratmaya çalışıabilirim. Sözcük haznem olduğu gibi karakter haznem de vardır ve anlattıklarım havada kalmasın diye bu karakterlerden düşündüklerimi gerçekleştirmeye en yakın olan karakteri seçerim. O karakterlerden yoksa (bu çok zor bir ihtimal olmalı aslında, sadece edebiyatta bile benim düşündüklerimin karşılığını yerine getirebilecek karakterler oldukça fazla ama ben bunları bulamamışsam bunun sorumluluğunu kendime yüklerim.) oturup kendim oluşturacağım bazı şeyleri. Bunu yapmak çok zor ve inanılmaz eğlenceli.

Düşünce ve davranış kalıpları gibi düşünenlerin ve davrananların da kalıpları vardır ya da olmalıdır. Olabilecekleri kestirebilmekte yardımcı olabilir bu. İşimi kolaylaştırabilir.

2. Beni rahatsız eden dış ses bağlamın dışından içe müdahale eden sestir. Kendisini zorla ortama dahil eder. Sesin sahibiyle ilişkimin niteliğine göre kendisine vereceğim tepkiler çeşitlilik gösterir. Bazen istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Genellikle kolay yoldan kendisini olması gerektiği yere yollamayı yeğlerim.

3. Dış ses her yerden olaya dahil olabilir. Yönlendiricidir, bilmiştir, ukaladır, her şeyin farkındadır, aşmıştır. Kitap okurken beni rahatsız eden bir tarafı var dış sesin.

4. Kendimizden bir süre uzaklaştığımızda kendimize dışarıdan bakmak kolaylaşır. Ama kendimize tekrar yaklaşmak da zorlaşabilir. Eski yaşantılara alışmak bu yüzden zor işte.

5. Hayatım şişti. Bir sürü ilgi bekleyen insan, bir sürü ilgi bekleyen iş, bir sürü ilgi bekleyen ‘ben’ ve gerektiğinden fazla olan birçok şey. Yetişemiyorum. Herkese ilgi göstersem yapacaklarımın hiçbirini yapamam. Uzun soluklu bir çalışmaya ihtiyacım var, olmasını istediğim tek şeyi başarabilmem için. On parçaya bölünürsem de olur, reddetmem bunu.

6. Bir şeylerin bitmesinden korktuğumuz için mi bir şeyleri bitiremiyoruz? Bitmesin istediğimiz için mi bazı şeyler bize sonsuza dek sürecekmiş gibi görünüyor? Bİlinmezle mücadelemde hep o kazanıyor nedense.

7. Ortada bunca ulaşılmaz şiir varken ve biz onları henüz anlamamışken ve hatta daha çoğunu okumamışken nasıl olur da birileri şiir yazmaya yeltenir? İşte günümüz şairinin zor olanı başarma çabası. Gerçekten hayretle takip ediyorum onları.
Her şair farklı bir dünyanın insanı ve şiirler de o dünyaların denizlerine düşen gök cisimleri. Zor be hacı. Ne uğraşıyorsun, yazık etme kendine.

8. Bir şeyi farkında olmadan olduğundan çok farklı anladığımız olur, ama bunu yaptığımızda karşımızdakini zor durumda bırakabiliriz bazen. Kuşkuculuğun kılgısal alanda başımıza neler açacağını iyi düşünmeliyiz. bir başkasına zarar verebileceğini de.

9. Cevabına en çok ihtiyaç duyduğum sorulardan biri: Kendimden gidişlerim çok kısa sürerken kendime gelmelerim niye bu kadar uzun sürüyor?

10. İçimde olup biteni açıklamam için gerekli olan benzetmeyi yapacağım. Sıkıntımın ne olduğunu biliyorum ve bu içimdeki bir şeyden kaynaklanıyor; içimdekinin ne olduğunu biliyorum, zihnimde canlandırabiliyorum fakat onun adını bilmiyorum. Nedir o aletin adı? Böyle de söyleyince hiçbir şey anlatılamıyor. Aanlatmak için her şeyin adını bilmemiz gerek. Yazıyla anlatıyorsak eğer.

11. İncecik camdan bir küre: düşler küresi. İçimden çıkıp gitmesin diye sıkıştırdıkça kırdım onu ve yayıldı içime. Cam parçaları da kanattı, düşlerim kana bulandı. Böylesini istememiştim. O aleti buldum: Mengene. Bir kum saatini bununla paramparça etmek isterdim.

12. “Oğuz Atay bence yanılmıyor,”  diye başlayan bir not da yazmalıyım. Söz verdim çünkü. Buradaki yazıyla ilgili.
İyi bir şey olmayacak, iyi bir şey olmaz. Hayat kötü şeylerle doludur ve onlardan kurtulduğumuzda iyi bir şey olduğunu sanırız. İyi olan sandığımızdır. Ya da iyidir dediklerimizdir ki birdenbire olurlar. Sürüncemede kalan heyecanlardan da iyi bir şeyler ummak olması gerekenden çok farklı olan bir şeyle kendimiz, kandırmaktan başka bir şey değildir.

Peki bu neyi değiştirir. Hiçbir şeyi.

13. Eğlenceli bir şeyler yapayım, bir şey yapmalı diyordum değil mi? Neden yapmadım da hevesim kursağımda kaldı?
Sevdiğim, benliğime kattığım her şey, düşündüklerim, hissettiklerim, algı alanıma girmesine izin verdiklerim ayaklar altında. Bu toplum yaşamama izin vermiyor. Her anlamda kısıtlanıyorum.
Niye bir şey yapmıyorum? Çünkü yapmamak tepkidir. Söylememek de! Faydalı şeyler yapmalı, ama kim için? Niçin? En sevdiğim şarkıların (bu mesela) altına yazılan yorumları yazan insanlar için mi?
Gecenin bir yarısı son ses iğrenç şarkılarını herkesin dinlemesine uğraşan hastalıklı insanlar için mi? VE daha bir çokları için mi? Bİrazdan başka şeyler de yazacağım bununla ilgili.

14. İstatistiklere bakmayı öğrendim. Aslında benim için kötü bir şey bu. Çünkü en nefret ettiğim insanlar daha fazla insana ulaşıp daha fazla insana boklarını bulaştırabiliyorlar. Benim yazdıklarımı okuyacak insanlar oldukça azlar. Zaten birileri beni okusun diye bir çabam da olmadı hiç. Burada bir şey yapıyorsam bir avuç insan bunu görse yetecek bana. Ama böyle de olmuyor ki. Ben de varım heyyy. Ama sadece ulaşmak isteyen insanlar ulaşabiliyor. Tesadüf mü bilmiyorum. Birileri bana ulaşıyor. 12 tane izleyicim var. Çoğu torpilli. Reklamımı yaptım onlara o yüzden geldiler. Diğerleri de bir şekilde buldular beni (Tesadüf? Kader? ALnımıza yazılan?). O yüzden özeldirler benim için. Günce yazarlığım esnasında  da bu kadar insan okuyordu beni. Her şey oldukça güzeldi. Hala da güzel. Burada yazdığımı görenlere nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum o yüzden böyle saçmaladım.

15. Günce. Aklıma bir şey geldi. Burada bir şeyler yazarken geçmişte aynı gün yazdıklarımı da buraya ekleyebilirim diye düşündüm. Sonra geçmişte bugün yazdığım günceleri bulup okudum. Düşündüğüm şeyden vazgeçtim. Ne kadar kötü bir şey. İnsanın kendini engellemesi böyle bir şey işte. Bilmem kaç yıl önceki halim şu anki halimi olumsuz etkileyebiliyor.

16. İnsanlar yalandan da olsa bir şeyleri başarma, bir şeyler kazanma ihtiyaçlarını karşılamak için mi güçlü olandan yana olur?  Hayalkırıklıklarıyla dolu bir ülkede yaşıyorum. Hayalkırıklıklarına tahamül edemeyen insanlarla dolu bir ülkede yaşıyorum. Takım tutar gibi parti tutan insanların haddinden fazla olduğu bir ülkede yaşıyorum. Ülkemin yarısı hep kazanıyor, diğer yarısı da hep kaybediyor. Çoğunluk olmak işte böyle bir şey. Kazanan çoğunluk, kazandığını sanıp benim gibi uyumadan önce kendisini mutsuz hissetmeyen çoğunluk. Kendi seçtikleri yöneticilerin büyük bir oranla herkes tarafından seçildiğini, yaptığı seçimin sağlamasını başkalarının seçimleriyle yapan huzurlu ve yüzü gülen çoğunluk. İşte bu demokrasi. Kaybedenlerin zaten hiçbir önemi yok, onlar çoğunluk olamıyorlar bu yüzden. Çoğunluk kazanır, kaybeden hep azdır.

Ama, aslında, yenilgiyi hazmedemeyen bir toplum kazanmayı öğrenemez.

Yenilmeyi, yalnız kalmayı öğreniyorum. Bu da benim kazanımım.

17.  VE:

   


18. İyi geceler dünya.



.

7 Haziran 2011 Salı

bittiği gibi başladı

Alelade bir başlangıç: Başlayamamak.

Bir şeyin başladığını anlamak özel bir yetenek gerektirir. Başlayanların başladığını anlama yeteneği. Yanısıra ortalama bir zeka ve biraz da dikkat.

Dikkat! Başladık.

Yanlış anlatmak, yanlış yazmak, yanlış okumak peşisıra düzeltilmiş tekrarlarını getirir. Çünkü yanlış yapmayı sevmeyiz, yaptığımızda düzeltmek isteriz. Çok gerekli gördüğümüzden doğrularımızı biriktiririz. Haklı olmaya ihtiyacımız vardır, hatalıysak birileri bizi arasın da biz onu geçiştirelim, bu biraz da bize ders olsun isteriz. Hatalıysak düzeltmeye çalışırız. Çünkü güzel görünmeliyiz, birileri bizde kusur bulmamalı, bizim gördüğümüzü başkaları görmemeli. Gizleriz, gizemliyi oynarız, karizmamıza karizma katarız böylelikle. Eksikliklerimizi lehimize çeviririz. Falan filan.

Hiçbir şey yazamadığında neden yazamadığını yaz, diyenin anlatmak istediğini yapıyorum şu an. Başlayamadım. Neden başlayamadığımı yazdım. Sonra da yazmaya başladım. Kafamda bir konu belirdi ve bunu kendimi kurcalayarak ortaya çıkardım. Basit bir itirafta bulunayım: Aslında böyle olduğunda önceki yazdıklarımı tek bir hamlede silip asıl yazmak istediğim konuyla ilgili bir sürü ahkam keserim. Böylesine gerek görmüyorum şu an; çünkü kendi yaşam alanımda olabildiğince özgür hissediyorum, hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan içimi hoş eden bir şey yapıyorum. Yazımı yazıyorum. Barthes'ın metnin hazzı dediği şeye benzer bir his bu, haz alıyorum yaptığımdan.

(Yukarıda yazdıklarımı unut şimdi. Asıl konuya gelelim, yoksa sen yine zıvanadan çıkacaksın.)

Kolaya kaçış. Saklanma. Sayıklama.Tasarladığım yazı bunların üzerine kuruluyor.

  1. Bir yazıda en kolay akış galiba listelemeyle sağlanıyor. Kolaya kaçış budur, ben bunu yapıyorum. 
  2. Umuma açık alanlarda öyle her düşündüğünü, her yaptığını söyleyemezsin; gecelerini harcadığın, gidip sevişmek yerine oturup ince ince dokuyarak yazdığın yazıları, hikayeleri herkesle paylaşamazsın. Hem kıymeti bilinmeyebilir hem de nafile bir çabadır bu, kendini yorduğuna değmez çoğu kez. Bir de üstüne biri gidip olur olmadık yerlerde kullanır, bir de kendininmiş gibi anlatır, kıskanırsın falan. Hiç gerek yok böyle şeylere. Durduk yere niye canın sıkılsın. Bu yüzden saklanman gerekir. Bu şifreleme gibi bir şey. Kendini açık etmeden anlatmak istediğini anlat, ama kimse anlamasın. Harika bir formül bu.
  3. Çelişkili bir durum oluşturdum durduk yere. 2'nci maddede söylediklerimle daha önce söylediklerim arasında bir çelişki oluştu. "Kendi yaşam alanımda olabildiğince özgür hissediyorum, hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan içimi hoş eden bir şey yapıyorum. Yazımı yazıyorum." diye yazmıştım. Peki o halde saklanmak niye? Böyle bir kısıtlamanın varlığı aslında bir başkasının yazdıklarımı okuma ihtimalinden kaynaklanıyor. Yapabileceğim tek şey bunu ortadan kaldırmak fakat bunu yapamam. Çünkü yazdıklarımı okuyan birilerine ihtiyacım var, onlar olmadan buraya yazmamın hiçbir anlamı kalmazdı. İnsanlar okusun ve ben bir şeyleri saklayayım. Niye saklıyorsun diyene de sanat yapıyorum deyip işin içinden çıkarım. Umarım yazdıklarımı okuyan(lar) bu kısmı anlamaz. 
  4. Sayıklama. En sık yaptığım şey. Aynı şeyleri defalarca söylemeyi seviyorum, bunu bir ahenk unsuru olarak görüyorum. Aynı şeyi farklı şekillerde söylemeye çalışarak üslup geliştiriyorum. Bu blogun biricik amacı bu aslında. Üslup denemesi yapıyorum ben burada. (Bu blogun var olma nedeni çok önemlidir ve aslında çok da özeldir ve aslında daha önce yazmıştım ben bunu. Buradan okuyabilirsin.)Sayıklamayı biraz kurcalamak gerek, buradan çok şey çıkarırım ben.Sayıklamak aslında çoğu yazan çizen söyleyen insanın sık yaptığı bir eylem. Erişlmesi zor bir bilinç halindeyken (örneğin uykudaki bilinçlilik ve bilinçsizlik halinin karışımı olan o ayarsız hal) üreten insanlar bunu çok kullanıyorlar. Ve bazılarımız yaptıklarını alkollü olduğu gerekçesiyle önemsizleştirmeye çalışmıştır. Böyle zamanlarda söylenmiş şeylere sayıklama deniyor. Bol tekrarlı anlamsız ve çelişkili sözler 'tüketmek'. Muhatap(lar)ımızı da arada kaynatarak tabii. Ve önemlidir sayıklamak: Sayıklama benzeri bir şey yüzünden Porcupine Tree'yi ve Riverside'ı çok severim. Belirtmeden geçemeyeceğim.
  5. "Biraz da dikkat." Bu işte beni dürten şey. Dikkatin miktarı olur mu, sorusu. Bir şeyleri yanlış yapmakla ilgili o saçmalamalarımın sebebi buydu. Bağlantıyı burada kurmayı uygun gördüm. Yanlış değil aslında. Dikkat zamanla ölçülebiliyor, belki başka şeylerle de ölçülüyordur. Olsun belki de yanlıştır bilemeyiz. (Unut gitsin!)
  6. Kendimle aramda şöyle bir konuşma geçti geçenlerde: "Sen anlat, ben susarım. Hiçbir şey değişmez hayatımızda. Anlattığınla kalırsın. Sustuğumla kalırım." Kendimden korkmalı mıyım?
  7. Bazı gecelerin anlık sorusu şu: Edebiyatla, müzikle bezenmiş hayatımdan çok mutluyum da ondan mı başka bir şey yapasım yok? Geçerliliği anlıktır, gelir geçer. Bununla ilgili düşündüğüm başka şeyler var. Daha fazla edebiyat, daha fazla müzik. Bunun için çabalamak.
  8. Bir yazı okudum, şöyle diyordu: "Nietzsche Nihilist değildir, nihilist de değildir." Harika bir tümce. Tek harfle bu kadar çok şey söyleyeni kıskanırım.
  9. Son dakika haberi: Gestalt ekolü analitik düşünceye karşı! (Noluyoruz be!) (Çok mu oldu bu? Dozu biraz azaltmalıyım galiba.) Bir film izledim ve hayatım değişmedi. Böyle film mi olur? Sen bari yapma. Gestaltçı bir filmdi bu. Adı Flipped (imdb linki içinde). Filmde birkaç yerde şu geçiyor: "Bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazladır." (daha yücedir, daha farklıdır gibi bazı anlamlar da kullanılabilir). Bunu oldukça güzel anlatan bir filmdi. Küçük kızımızın analitik düşünme yeteneği de gözümden kaçmadı. En son yorumum da ilk başta yazdığım abartılı söz olmuştu. Filmi izlemeyenlere tavsiye ederim. Bana doyurucu geldi, ama tabii hayatım değişmedi. Ben yine şu an olduğum gibiyim, filmi izlerken de o an olduğum gibiydim ve farklı olan şey şu anla o an. Ben değişmedim. (Yalan söylüyorsun.) 
  10. "Gün ile gece: Birbirini istemeyen iki nazlı sevgili." Kendimden arakladım. Başkasından da araklamış olabilirim.
  11. Bir önceki gönderdiğimle ilgili: Dünyama girmelerine izin verdiğim insanlar girdikleri yeri pek önemsemiyor olabilirler ama benim hayatımda çok önemli bir konumdalar. O önemli konumlarıyla sonumu getirebilirler. Edebiyatçılar, sinemacılar, arkadaşlar, gereksiz görünen gerekli insanlar, herkes buna dahil.
  12. Bütün bu yazdıklarımı sana veya senin için yazıyorum biliyorsun değil mi? Kendim ve onun için. Kendime ve ona değil her zaman. Hep 'için' ve 'için' ve bazen sana ve bana.
  13. Yukarılarda bir yerde Barthes göndermesi vardı. "Yazıyı oluşturan bir söz boşluğudur," der kendisi ve ben ona bayılırım. Bunu da yazmasam çatlardım.

Ya işte öyle. Her şey "Alelade bir başlangıç: Başlayamamak." diyerek başladı ve ben bunları yazdım. Bu kadar olması hiç olmamasından çok çok çok iyidir. Çok daha iyi olacak.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Sana Diyorum Dorian



People die of common sense, Dorian, one lost moment at a time. 
Life is a moment. There is no hereafter. So make it burn always 
with the hardest flame.