film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Sanat Hızımıza Yetişemiyor!

Parçanın aklıma getirdiği soru şu: Sanat önden mi gider, arkadan mı gelir? Aşağıdaki alıntıda bu soruyu sormama neden olan "Türkiye bu filme hazır" ifadesi. Konu çok hassas olduğu için bu ifade bir nebze görmezden gelinebilir belki ama ben sanatın (her türlüsünün) öncül olarak, olmayan ve olması istenen veya beklenen bir şeyi oluşturması gerektiği; henüz oluşmamış bir boşluğu öngörerek önceden (oluşmadan) dolduran, üreten, ilerleten, oluşturan, dönüştüren, kuran bir yapısı olması gerektiği düşüncesindeyim. Yani Türkiye bir filme hazır olmamalı bana göre, bir film Türkiye'yi hazırlamalı. (yazıda Türkiye dediği için böyle söyledim. Türkiye yerine toplum, birey, halk, alımlayıcı, özne, nesne ... vb. denebilir.)

"Evrim Kaya’nın Agos gazetesinde yer alan haberine göre, Akın, yapmak istediği bir başka senaryonun da Amerika’ya giden Anadolu gezginleri olduğunu belirterek, “Hrant senaryosundan kimi parçaları bu Western’le birleştirdim ve ortaya ‘The Cut’ çıktı. Bu film korkunun sonuçlarını soyut bir şekilde ele alıyor. Şeytan dışımızda değildir, sinsice içimize sokulur. Onu bir tek kendimiz kovup atabiliriz. Şundan eminim ki, benim de bir parçası olduğum Türkiye bu filme hazır” ifadelerini kullandı." alıntı
Aynı yazıda Fatih Akın'ın "Demek ki zamanı gelmemiş…" sözlerine de yer verilmiş. Zamanı gelmediyse zamanını birileri getirecek, neyi bekliyorsun, sen yapsana bunu. Dedim içimden.

Sanatın bize yetişmesini bekliyorum.

15 Şubat 2013 Cuma

Gerçek Erkek

Giriş:
(Bu sayfayı görene kadar ne yazacağımı çok iyi bildiğimi sanıyordum. Şimdi hiçbir şey yazamıyorum. Bunu bu hale getirmek için çok uğraştım ve başardım. ---- Bunlar benim klasik giriş sözlerim, anahtar gibi bir şey.)

Gelişme:
Bakıp gitmelerim, geçerken uğramalarım, sarkarken başım ağır geldiği için  düşmelerim iyi hoş, ama bunlar bir yere kadar. Yazmaya başlayıp sakladığım yazılara inatla yazacağım. 

Daha Gelişme:
Yazdıklarımı, söylediklerimi önemsediğim kadar olmasa da, önemsiyorum. Başkaları da önemsiyordur.(şarkıya gider
Diyelim "Ben bugün gerçek erkek oldum." yazsam hakkımda ne yorumlar yapılırdı. (Şuraya koskocaman bir) Umurumda değil (yazsam çok rahatlayacağım). 
Umurumda olsaydı yazmazdım. Aşağıdaki fotoğrafı da koymazdım. Bir madalya gibi taşıyacağım göğsümde.










Bunun ne olduğunu, ne anlama geldiğini uzun uzun anlatmayacağım. İnsanlar işleri yoksa düşünsünler, acaba gerçek erkek nasıl oluyor diye. Kendini erkek, adam, delikanlı sanan insanlar var şu hayatta, onları düşünsün düşünesi olan. Bu dünyanın neden bu kadar "tam da yaşanacak bir yer" olduğunun cevabını kendilerini, kendi basit ölçütleriyle değerlendirip olmadığı gibi olduğunu sanan hayalci insanlar verecekler.  Bu gibi şeyler düşünülebilir.

Çok yazdım.

Kısaca şöyle bir "geçiyordum uğradım" yazısı da yazabilirdim:

Güzel gün. Beyoğlu'nda harika bir film: Aşk Seansları. Festivalde toplam beş film izleyecekmişiz. Yarınki gece yarısında. Kadıköy'de de dans eden kadınlar vardı. Kadın milleti çok eğlenceli. "Nelere rağmen?"
(Moda'da oturmadan da mutlu olunabileceğini kanıtlayacak kadar mutluyum.)

Son cümle genel dokundurmalı eğilimlerin bir yansıması. Eski alışkanlıklarımdan. Ne hoş!

Sonuç:
 İnsanlara bir şeylere anlatma ihtiyacı gerçek mi? Beğendiğim bir şeyi iki saat boyunca neden beğendiğimi anlatabilirim ama bunun kime faydası olur? Beğendim deyip geçmek varken onca laf kalabalığının sebebi ne? Ne dersem diyeyim gideceğimiz yer hep aynı. (Yukarıdaki filmi bulup izlemelisiniz demek ne olursa birilerinin izlemesi için yeterli olur?)

Her şeyin başı sağlık.

(başlık yanlışlıkla ilgi çekici olmuş olabilir, kusuruma bakmayayım.)

...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Umutlardan Oyuncak Arkadaşlar Yapmak: Mary, Max ve Biz

(Başlamadan önce söyleyeyim: Mary And Max adlı film hakkında bir sürü şey yazdım buraya. Filmi izlemediyseniz bütün olayı anlatıyorum, yazıyı okumanızı tavsiye etmem. İzlemeyip de illa okuyacağım diyorsanız ki bu ihtimal pek zayıftır, okurken küfür etmeyiniz lütfen. Bu yazıyı okuduktan sonra filmi izlemenize gerek kalmayacak, çok şey anlattım çünkü. Filmi izledikten sonra yazıyı okumanıza da gerek yok, filmde olandan başka bir şey yazmadım. Evet, hiçbir şekilde okunması gerekli olmayan bir yazı bu. Ama film hakkında okunması mümkün bir yazı lazımsa buradan o yazıya ulaşabilirsiniz. Oldukça güzel bir yazı.)

Gerçek bir öykümüz var yine. “Based on a true story” Seviyorum bunu. Her türlü anlamı bakımından. Bir öykü. Gerçek bir öykü. Hep takılırım buna. Yaşantıların öyküye dönüşebilmesi hoşuma gider, imrenirim öykü olarak anlatılabilecek yaşamlara. İnsanlar demek ki başkalarının da ilgisini çekebilecek şeyler yaşayabiliyorlar diye düşünürüm hep.

Filmimiz, Mary’nin, evinin penceresinden bakarkenki görüntüleri eşliğinde tanıtılmasıyla başlıyor. Burada Mary bir şeyler arayan gözlerle bakıyor. Bir şeylerin eksik olduğu duygusu yerleşmiş yüzüne. Dışarıda iki küçük köpek var, birbirleriyle oynuyorlar, biri diğerinin sırtına çıkıyor. Karşı komşusunu gördüğünde yüzündeki o eksiklik ifadesi değişiyor, küçücük gülümsüyor. Komşusunu eliyle selamlıyor ve komşusu da ona güzel bir gülümsemeyle karşılık veriyor. Anlatıcı eşzamanlı olarak Mary Dinkle hakkında şunları söylüyor:

“Mary Dinkle'ın gözleri çamur rengindeydi. Kaka renginde bir doğum lekesi vardı. Cumartesi öğleden sonraydı ve canı sıkılmıştı. Sırtına çıkıp oynayabileceği bir arkadaşı olmasını istiyordu. Mary'nin mısır gevreği kutusunda bulduğu ruh hali yüzüğü griydi. Bu durumda tabloya göre ya dalgın, ya aşırı hırslı ya da açtı. Tek arkadaşı en sevdiği çizgi dizideki Nobletler'di. Dükkanlarda satılan gerçek oyuncaklardan değillerdi. Deniz kabuklarından, sakız paketlerinden, ponponlardan ve cuma akşamından kalan tavuk kemiklerinden yaptığı oyuncaklardı. Tüm oyuncaklarını kendisi yapmıştı, ve en sevdiği oyuncağı patates cipsi paketlerini fırına atıp küçülterek yaptığı "büzüşmüşler"di.”

Mary’nin kim olduğu hakkında önemli bilgiler bunlar. Buradaki ayrıntılar ileride karşımıza çıkacak. Doğum lekesi (kaka rengi olması özellikle çok önemli), can sıkıntısı, arkadaş, ruh hali yüzüğü (bu yüzükle ilgili anlatılacak çok şey var),  tablo, nobletler, oyuncaklar… hepsi çok güzel işlenmiş filmde. Her biri ayrı bir konu. Çokanlamlı göstergeler.

Anlatıcı daha sonra Mary’nin babasını tanıtıyor. Noel Norman Dinkle iplikleri çay poşetlerine bağlayan bir fabrikada çalışıyor. Burada 40 yıl çalışıp 40 milyon poşete iplik geçirdikten sonra emekli oluyor ve bildiğimiz emekli hayatı yaşamaya çalışıyor. Saçma bir sebepten ölüyor. Filmde varlığı pek hissedilmiyor. Mary’nin en sevdiği çay Earl Grey. Bir gün Earl Grey adlı biriyle evlenip İskoçya’daki bir şatoda dokuz bebek, iki ördek ve Kevin adındaki bir köpekle yaşamanın hayalini kuruyor. Babasının ona kazandırdığı tek şey sanki bu hayal. Güzel bir hayal. Babası öldüğünde biraz da para bırakacak Mary’ye, ama pek de önemli bir ayrıntı değil bu. Bay Dinkle’ın filmde olmasının nedeni ‘sıradanlığı’ anlatmak olsa gerek. Ancak bu kadar sıradan olunabilirdi çünkü. Hayatında hiç farklı bir şey yok. Mary onun eksikliğini hissediyor. Babasının ölü kuşlarla değil kendisiyle ilgilenmesini istiyor. Ayrıca çok yalnız olduğu için kendisine kardeş de istiyor. Babası ve annesinden başka kimden isteyebilirdi ki bunu.

Bebekler dünyaya nasıl gelir? O yaştaki çocukların en çok merak ettiği sorulardan biri. Mary’nin sürekli araştırdığı bir konu bu. Annesi ona bir kaza sonucu dünyaya geldiğini söylemiş. Mary bunun ne demek olduğunu anlamıyor haliyle. Büyükbabası bebeklerin bilerek yapıldığını ve babaları tarafından biranın dibinde bulunduklarını söylüyor. Mary ona inanıyor gibi görünse de hala cevabını almış değil. Filmin kurgusal iskeletinin en temel parçalarından biri bu soru.

Büyükbaba Ralph. O da saçma denebilecek bir sebepten ölüyor. Kendisini canlı hissetmek için kışın yüzüyor ve zatürreden ölüyor. Mary onu özlüyor.

Mary’nin annesi Vera Lorraine Dinkle. Tam bir alkolik, sürekli Sherry içiyor. Mary’yi de bunun yetişkinler için bir tür çay olduğuna ve sürekli test edilmesi gerektiğine inandırıyor. Bir şeyler çalmayı alışkanlık haline getirmiş. Mary’nin Max’le tanışmasının sebebi de bu kadının çalma alışkanlığı.

Mary’nin Ethel adında bir horozu var. En sevdiği şeylerden biri Nobletleri izlemek. Nobletlerde sevdiği özellikse onların çok arkadaşlarının olması. Max’le ortak özelliklerinden biri Nobletleri sevmek. Max de onları bir sürü arkadaşları olduğu için seviyor. Ayrıca basit ve anlaşılabilir şeyleri sevdiği için de seviyor.

Max Hollowitz New York’ta yalnız yaşayan bir yetişkin. 44 yaşında. Obez. Uyku sorunu yaşıyor, takıntılı ve psikolojik rahatsızlıkları var. İnsanları ve onların dolaylı düşüncelerini anlayamıyor. Tıpkı bir çocuk gibi. Henry adında bir balığı var. Balık ölünce yerine Henry adında bir başka balık alıyor. Çikolata seviyor. Mary’yle ortak noktalarından biri de bu. Sürekli çikolata yiyor. Basit görünen karmaşık bir hayatı var Max’in.

Mary ve Max’in tanışmaları bir tesadüf. Annesiyle postaneye giden Mary sıkılıyor ve New York’a ait bir rehber bularak onu inceliyor. New York farklı bir yer olduğu için orada yaşayan insanların isimleri de farklı geliyor ona. İsimleri komik buluyor ve o insanlar hayatlarının nasıl olabileceğini merak ediyor. Amerika’da bebeklerin farklı bir şekilde dünyaya gelebileceğini düşününce aklına bir fikir geliyor. Rehberden bir isim seçiyor ve ona mektup yazarak bebeklerin nasıl dünyaya geldiğini sormaya karar veriyor. Seçtiği kişi Max Horrowitz. (Bu seçim de önemli. Arkadaş seçmek yani.) Annesi zarf çalarken yakalandığı için apar topar postaneden çıkıyorlar. Mary adresi rehberden yırtıp almak zorunda kalıyor bu yüzden.

Mary eve geldiklerinde Max’e mektup yazıyor. Bu mektupta kendini anlatıyor. Hayatından, yaşadıklarından, hoşlandığı şeylerden bahsediyor. Burada Mary’nin gözünden onun hayatının ayrıntılarını öğreniyoruz. Mektubun sonunda da o meşhur soruyu soruyor: Amerika’da bebekler nereden geliyor? Kutu koladan mı çıkıyorlar yoksa Avustralya’daki gibi bira bardağından mı bulunuyorlar? Mektupla birlikte bir çikolata da koyup sabah posta kutusuna atıyor mektubu.

Mektup Max’e ulaşıyor. Max mektubu 4 kere okuyor ve aşırı bir uyum sağlama sorunu yaşıyor. Yeni şeylerle karşılaştığında hep olan bir şey bu. Aslında hepimizde olan bir durum (akomodasyon, asimilasyon kavramları), ama Max hepimiz gibi tepki vermiyor yeni şeylere karşı. Çünkü o çoğumuzdan farklı biri. 18 saat süren uyum sağlama süreciden sonra mektuba cevap yazıyor.

Yazdığı mektuptan İsimsiz Obezler Sınıfında olduğunu, bir psikiyatrla görüştüğünü ve daha önce herhangi bir Avustralyalıyla tanışmadığını öğreniyoruz. Tabii ki bebeklerin nereden geldiğini de yazıyor inandığı şekliyle. 4 yaşındayken annesinden öğrendiği şekliyle anlatıyor: “Yahudiysen hahamların, Yahudi değilsen Katolik rahibelerin kuluçkaya yattığı yumurtalardan geliyor. Ateistsen yalnız pislik fahişelerin kuluçkaya yattığı yumurtalardan.” Sonra yalnızlığından bahsediyor. Balığını, isimlerini ünlü bilim adamlarından alan salyangozlarını, Bay Bisküvi adındaki papağanını, halitosis sorunu yaşayadığı için adı Hal olan kör kedisini anlatıp “Senin evcil bir kangurun var mı?” diye soruyor. Avustralya=kanguru.

Annesinin intihar edişini, gençliğinde gördüğü ama psikiyatristi ona ihtiyacı olmadığını söylediği için bir köşede kitap okuyup kendisiyle yaşamasına izin verdiği  hayali arkadaşı (bu bir sanrı=delusion) bay Ravioli’yi ve hayatıyla ilgili daha bir çok ilginç şeyi anlatıyor. Ben de üzerime alındım, benim de arkadaşım olsun istedim. Çok ilginç ve arkadaşsız kalmasını anlamadığım biri aslında. Ayrıca fazlasıyla komik ve eğlenceli bir karakter. New York’un çok gürültülü bir yer olmasından dolayı sessiz sakin bir yere gitmek istiyor ve aklına ilk gelen yer ay. Nasıl tatlı biri olduğunu düşünün artık. İnsanları anlamadığını fakat Mary’yi anlayıp ona güvenebileceğini düşündüğünü de yazıyor. Sonra bir dilekle mektubu posta kutusuna bırakıyor.

Mektup Mary’ye ulaşmadan önce annesine takılıyor. Annesi bu tuhaf adamın yazdıklarından hiç hoşlanmıyor ve mektubu çöpe atıyor. Çöpleri çöp arabasına atarken Mary bir şekilde mektuba ulaşıyor. Böylelikle Mary ve Max mektup arkadaşı oluyorlar. Mary yazdığı cevapta ailesinin bunu onaylamayacağını söylüyor ve karşı komşunun adresini veriyor. Komşusunun engelli olduğunu ve zaten onun mektuplarının kendisini aldığını anlatıyor. Hatta bu iş için komşusundan para aldığını ve bu paraları biriktirip hayallerini gerçekleştireceğini de anlatıyor. Bir sürü ayrıntıyla dolu ve genellikle benzer şeyler yaşadıklarını anlatan ve çikolata, oyuncak gibi hediyelerin olduğu bir çok sevimli mektup gidip geliyor aralarında.

Mektupların içerikleri çok zengin. Oturup hepsini anlatmayacağım burada. Bazı önemli gördüğüm ayrıntıları anlatacağım. Yani birbirlerine yazdıkları arasından bir seçme yapacağım kendimce. Çünkü bana böyle uzun uzun yazdıran bir şeyler var bu filmde.

Mary ağlayarak yazdığı mektupların birinde Max’e “Seninle hiç alay edildi mi? Bana yardım edebilir misin?” diye soruyor. Max mektubu alınca unutmak istediği bazı şeyleri hatırlıyor bu konuda. Çocukluğunda Yahudi olduğu için aşağılandığı hatıralar bunlar. Sinir krizine giriyor ve 36 çikolatalı sandviç ve iki saatlik uykuyla bunu aşıyor. Sonra cevap yazıyor. Ona kendisiyle dalga geçilen özellikleri hakkında yalan söylemesini, bu özelliklerin aslında onun kusurlarından kaynaklanmadığını, kusur gibi görünen özelliklerinin aslında başka kimsenin sahip olamayacağı ve onu güçlü kılan şeyler olduğunu söylemesini tavsiye ediyor. Sözgelimi alnındaki doğum lekesiyle dalga geçen çocuğa o lekenin çikolatadan yapılmış olduğunu ve cennete gittiğinde çikolatalardan sorumlu olacağının işareti olduğunu söylemesini istiyor. Ateist olduğu için bunu kendisinin yapamayacağını da ekliyor.

Max dürüst olduğu için arkadaşının olmadığını düşünüyor. Hayatta üç amacı var: Bir arkadaş sahibi olmak, bütün Nobletlere sahip olmak ve hayat boyunca yetecek çikolata edinmek.

Mary broşür dağıtma işine giriyor ve Max’ın yanına gidebilmek için para biriktiriyor. Yani Mary’nin daha önceki hayallerinin yerini Max’ın yanına gitme hayali alıyor. Mary büyüyünce bu hayalinin yerine başka hayaller geçecek ve böyle olduğu için üzülecek. 
Bebeklerin nasıl olduğuna ilişkin tek doğru şeyi söyleyen kadın için hiç iyi şeyler düşünmüyor Mary. Onun yalancı olduğunu ve cehennemde yanacağını söylüyor. Ona bu konuda öğretilenler bu yönde çünkü. (Cinselliğe bakış çoğu toplumda birbirine benziyor, buradan bunu çıkardım.) Max’e sevgilisinin olup olmadığını soruyor ve Max yine bir kriz geçiriyor. Onun hiç sevgilisinin olmadığını ve bu işleri hiç beceremediğini de böylelikle anlıyoruz. Tabii ki hiç seks yapmadığını da.

Ruh Hali Yüzüğü

Mary’nin mısır gevreği kutusunda bulduğu yüzük. Onun ruh haline göre renk değiştiriyor. Benim için filmin en önemli nesnesi. Kusursuz bir anlatım aracı.

Bunu biraz kurcalamak gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzüğün aslında batıl inanç sayılabilecek bir anlamı var. Gerçekliğine inanılmış düşlemsel bir özellik yüklenmiş ona. Düşlemsel diyorum çünkü bir tür olması mümkün olmayan bir özellik bu. Ruh haline göre renk değiştirme. Ben ruh halimi nasıl anlarım? Arkama bakarak. Yaptıklarımı düşünüp onları parçalara ayırırım ve parçalar arasındaki bağlantılarda nasıl hissettiğimin izini ararım. Goban üzerine koyduğum taşın ne anlama geldiğini düşünürüm mesela. Nedensiz değildir yaptıklarım. Saçma bile olsa bir neden hep vardır, hislerim de bu nedenlerden biridir ve yaptıklarımı etkiler. Yani ruh halim nasılsa bir şekilde bir yerlere yansır. Başkalarının ruh halim konusunda düşündüklerinden bir çıkarım yapmaya da çalışabilirim. Benim için önemli olduğunu düşündüğüm insanlar nasıl hissettiğimle ilgili tutarlı fikirler belirtirse bunu değerlendirip bir sonuç da çıkarabilirim. İnsanın ruh halini bilmesi çok önemli  ve bu hiç kolay değil. Ama Mary’ye göre oldukça kolay. Onun yüzüğü var. Sözcükler gibi somut bir nesne olan yüzük. Düzdeğişmece yoluyla yaratılmış, yananlamlara boğulmuş, üstdilsel sözcüklere benzeyen bir öğe. Benim için filmin en önemli öğesi olmasının sebebi de bu.

Kültürel örtüklük kavramını da çağrıştıran bir yanı var yüzüğün. Batıl inanç olarak düşündüğüm şeyle ilgili olarak düşündüm. Ödevmiş gibi bu kadar yazıyorum ama, ayrıntıya giremeyeceğim. Elimden geldiğince ayrıntıya girmeyeyim dedim ama çok oldu. Yaz yaz nereye kadar. Pff.

Toparlıyorum :P

Mary’ye bebeklerin nasıl olduğuyla ilgili bir sürü şey söyleniyor. Mary gerçek nedene inanmıyor. Bizim Ruh Hali Yüzüğü diye bir şeyin varlığına inanmamız da bununla ilgili. İnamak isteriz buna. O yüzden üzerine düşünmeyebiliriz de.

Seviyeyi yükseltmeden (kavramlara boğmadan yani) tek cümleyle özetleyeyim: Yüzük bu filmde bir masaldan ödünç alınmış gibi duruyor. Tamam, yüzükle ilgili başka bir şey söylemiyorum. (Kriz geçirme nedeni bu, valla bak.)


Filmin kilit noktaları:

  1. Yalnızlık vurgusu
  2. Mary ve Max’in arkadaş olması.
  3. Bu karakterlerin bir şekilde aralarının bozulması.
  4. Aralarının düzelmesi.
  5. Bana bir sürü şey yazdıracak bir film olması

Pedogoji. Mary oyun oynamaktan başka ne yapabilir? Hayatı bu şekilde öğreniyor. Onun arkadaşlığa bakışı bile bir oyun aslında. Oyun oynamayı iyi biliyor. Çocukların gelişimi açısından oldukça iyi bir şey bu.

Max yaşantısına müdahale edilmesini istemeyen biri.  Olduğu haliyle mutlu o. Hatta hasta olarak kalmayı da özellikle istiyor, iyileşmek istemiyor çünkü halinden memnun. Hastalığının da bunda etkisi var şüphesiz.

“Olduğu gibi kabul etmek” filmin önemli çatışmalarından biri. Mary’nin büyüdüğünde Max’in hastalığı hakkında bir kitap yazması ve Max’i de bu hastalığa örnek olarak göstermesi Max’i büyük hayalkırıklığına uğratıyor. Bu ona göre bağışlanmayacak bir hata. Çünkü Mary’nin onu beğenmediğini ve değiştirmeye çalıştığını düşünüyor.

Ama Mary’yi affediyor. Noblet koleksiyonun tümünü Mary’ye göndererek gösteriyor bunu da :)   

Bu konuda söyledikleri bence filmin en önemli kısmı:

“Seni affetmemin sebebi kusursuz olmayışın. Hataların var, benim de öyle. Bütün insanların hataları var. Hatta şu apartmanımın dışındaki çöp atan adamın bile. Gençken, kendimden başka herhangi birisi olmak isterdim. Dr. Bernard Hazelhof’a göre, eğer bir ıssız adada olsaymışım o zaman kendime ve çevremdekilere alışmak zorunda kalırmışım. Sadece ben ve hindistan cevizleri olurmuş. Demişti ki, kendimi bütün kusurlarımla kabul etmeliymişim. Bu kusurlarımızı kendimiz seçemeyiz. Onlar bizim birer parçamız ve onlarla beraber yaşamak zorundayız. Diğer taraftansa arkadaşlarımızı seçebiliyoruz ve seni seçtiğim için çok memnunum. Ayrıca Dr. Bernard Hazelhof demişti ki herkesin hayatı uzun bir yürüyüş yoluna benzer. Bazıları düzenli taşlarla döşenmiştir. Diğerleri, yani benimki gibilerse çatlaklarla, muz kabuklarıyla ve sigara izmaritleriyle doludur. Senin hayat yolun da bana benziyor ancak muhtemelen benimki kadar bozuk olmayacaktır. Umarım ki, bir gün yollarımız kesişir ve bir kutu şekerli yoğurdu paylaşabiliriz.
Sen benim en iyi arkadaşımsın.
Sen benim tek arkadaşımsın.”

Öyle. Arkadaşlar affeder. Bir insanın sevgisini en çok gösterebileceği durumlardan biri bu sanırım: affetmek zordur, karşısındakini sevdiği ölçüde affedebilir insan. Olabilir mi sanki?


24 Haziran 2011 Cuma

bir gün, iki sahne.

1. "A Beautiful Mind" Go sahnesi. 
John Nash'in bu halini çok fazla yaşıyorum. Sinir bozucu. 
Ya kaybedersen?

-Pekala, sıra kimde?
-Bugün yeterince go oynadım.

-Hadi.
-Bu oyundan nefret ediyorum.

-Hepiniz korkaksınız!

-Kimse bana meydan okumayacak mı?

-Hadi Bender. Sol bütün sömestr boyunca
kazananın çamaşırlarını yıkayacak.

-Bu hiç adil değil, farkında mısınız?
-Hiç de değil.

-Şuna bakın.
-Nash!

-Geri geri mi yürümeye başladın?


-Güvercinlerin hareketlerini tanımlayacak
bir algoritma bulmaya çalışıyorum.

-Hasta.


-Nash, okulu boşladığını sanıyordum.
Ne derslere geliyorsun, ne de...

-Dersler ancak kafa bulandırır.

-Gerçek yaratıcılık ihtimalini yok eder.

-Bunu bilmiyordum.

-Nash dehasıyla hepimizi şaşkına çevirecek.

-Bu da aslında rekabet edecek cesareti
olmadığı anlamına geliyor.

-Korkuyor musun?

-Dehşete düştüm. Bittim.
Dondum kaldım.

-Aptala döndüm senin yüzünden.

-Kola istemez.

-Elbiselerim ütülü ve katlı olsun.

-Sana bir şey soracağım John.

-Buyur sor Martin.

-Bender ve Sol, Perron'un teorisini ispatlayan
Allen'ın çalışmasını tamamladılar.

-İyi bir çalışma...
ama bir yenilik getirmiyor.

-Gururum okşandı. Ya senin?
-Hem de nasıl.

-Ben, Savunma Bakanlığının güvenlik dergisinde
silahlar üzerine iki makale yayımladım.

-Hep aynı terane.

-Bir de Nash'in yaptıklarına bakın: sıfır.

-Ben sabırlı bir adamım Martin.
Hani bana soru soracaktın?

-Ya gerçekten yeni bir fikir
bulamazsan ne olacak?

-Ya Wheeler'a ben seçilirsem...

-ama sen seçilemezsen?

-Ya kaybedersen?

-Kazanmaman gerekirdi.
İlk hamleyi ben yapmıştım,
çok iyi oynadım.

-Yenilen pehlivanın palavraları.

-Bu oyun sayılmaz.

-Beyler, karşınızda büyük John Nash.



2. "Pi" Kalıplar sahnesi.

 

-Eskiden yaşamış olan Japonlar, Go Tahtası'nı evrenin mikrokozmosu olarak değerlendirirlerdi. Boş olduğunda basit ve düzenli görünmesine rağmen kurulabilecek oyun sayısı sonsuzdur. Aynı kar taneleri gibi, iki Go oyunu birbirine benzemez. Yani Go Tahtası aslında aşırı derecede karmaşık ve kaotik bir evreni simgeler. İşte bu dünyamızın gerçeği Max. Matematikle kolayca açıklanamaz. Basit bir patern yok.

-Ama oyun ilerledikçe olasılıklar azalmaya başlıyor. Tahta bir düzene giriyor ve bir süre sonra
her hamle önceden tahmin edilebiliyor.

-Yani?

-Yani, belki farkında olacak kadar gelişmiş olmamamıza rağmen her Go oyununda bir patern ve düzen vardır. Belki de bu patern borsadaki paterne benziyordur. Torah! 216 haneli sayı.

- Bu delilik Max.
- Belki de dehadır! O sayıyı bulmalıyım.

- Kendine gel! Aklını kaçırıyorsun! Bir nefes al.Kendini dinle. Benim bilgisayarımdaki
virüsü kendininkiyle ve bir takım dindar fanatiklerle ilişkilendiriyorsun. Eğer 216 sayısını istiyorsan onu her yerde bulabilirsin. Sokağın başından evinin kapısına kadar 216 adım. Asansörde geçirdiğin 216 saniye. Zihnin bir şeyi takıntı haline getirdiğinde diğer her şeyi elersin ve her yerde o şeyi görürsün. 320, 450, 22, her neyse... Sen 216'yı seçtin ve her yerde onu görüyorsun. Ama bilimselliği bir kenara attığın zaman artık bir matematikçi değil bir nümerolojistsindir.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Sana Diyorum Dorian



People die of common sense, Dorian, one lost moment at a time. 
Life is a moment. There is no hereafter. So make it burn always 
with the hardest flame.

20 Nisan 2011 Çarşamba

üç film

Aklımda 3 film var, bunları tekrar ve tekrar izlemek istiyorum. Şu an koşullar uygun olmadığı için tabii ki de erteliyorum.

1. Wilbur Wants to Kill Himself



2. Dedication



3. Mozart And The Whale





Keyif adamı olacağım ben büyüyünce. Bu filmleri izlerken ayaklarımı uzatıp kahve içeceğim, bir ara da patlamış mısır yiyeceğim :)