23 Nisan 2011 Cumartesi

Et Mille Per Annos - Behice Tezçakar

Binlerce Yıl Boyunca İştahsız Yalnızlık Ve Acı Farkındalığına Melankolik Eşikler

Okşarken elleriyle verir zehrini usul usul... kimsenin vurulmadığı yerden vurulurum... Ey hissiyat, terk et bedenimi... Görüp göreceğim, bilip bileceğim seni terk edenlerin yorulmaksızın yaşıyor olduğudur.
Omuzlarımdaki yük Hesiodos'tan yadigâr. Yaralarımın her biri zehirle sotelenmiş sözlerden icazetli. Bir gün yazıyorum, diğerinde ölüyorum, hanımeli kokuları içinde buluyorum kendimi de gülüyorum... Hep devam eden eylemler içinde geçiyorum, hızla geçmekte olanın içinden; o bana acılar, ben ona satırlar bırakıyoruz. Yürüdükçe kalınlaşıyor defterim ve inceliyor pamuk ipliği hayata tutunduğum. Oyalanıyorum tahta beşiğinde zamanın; kefende dikiş, ömürde avuntu payı yok diye diye gölgeleniyor ruhum...
Kıyl ü kâl'le savaşmaktan yorgun düşmüş kollarım. Toplama acılar, kahrı künyesinde yazılı sancılar, cezası ertelenmiş beyhude sanrılar doldular da içime, kanarak kanı mürekkep bilen kelimelere defterimi hiç silmeden taşıdım.
Kulaklarımda bâkiliği sessizliğin... Anlamlı cümleler için oldukça yorgunum... Ağırlaştıkça ağırlaşıyor hayat, ben de ezildikçe eziliyorum... Güçlüklerin ardından geldiği vaat edilen seni beklemekteyim. "Nazlıyım rica etsem nazımı çeker misiniz?" gibi monologlar kurup, böylesi ironiye kendim bile gülmekteyim. 
Şimdi yazmak gerek hafiflesin karanlık kelimelerin demir leblebi harflerden yükü ya da kaçmak gerek yükselen sularından hayatın, kaçmalı yükseldikçe ednalaşan tüm bu popüler saçmalıklarından devr-i dünyanın...
Yılların geçerken uğradıkları bir yer oldu bu yürek. Bu gelip geçmelerle tükeniyor tükenmekte olan binlerce yıl boyunca: "et mille per annos". Oysa hepimiz on altı yaşımızda cıvıl cıvıl yarını umutlardık. Biz yürürken rüzgâr daha anlamlı eserdi.Bilmezdik kim ne diye hayata küserdi. İşte o günlerde şehrin arka planında çalan melodiyi duymaya başladım. İstanbul boğazda akar, rüzgârlar ağaçlarda iğdeleri öpüp mis kokuları kucak kucak çocukların saçlarına saçardı. Dean Martin'in "Who's Sorry Now*" ya da "I love the way you say goodnight*" gibi bir şeydi hayatın melodisi... Yine de en tatlı günlerin en tatlı yerinde içimi ılık sızılar kaplar, durmaksızın yelken açıp yola çıkan çaresizlikler yüreğimin Indus ve Ganj kıyılarından kalkardı. Anlayamazdım hüznümü... Halbuki biteceğini, gideceğini biliş acı farkındalığıma eşikler açardı. Ufuk ne kadar uzaksa dağılanlar, dağınıklıklar ve saçılan hayatla döllenen genişleyen şehrin intikamı o kadar yakındı. Bilincimin daima üste çıkmaya meraklı altı olacakları anlardı... Muhtemel terk edişlerin adımlarını nefesimde hissederdim. Neye yazık nelere yazık olmadı ki! Ne yazık ki haklı çıktım, kahırdan başka bir şeye yaramayan haklılığımla girdim zavallı yalnızlıklara:
"Ey sen el yordamıyla yaşadığım
Tuzlu yaram
İştahsız yalnızlığım
Yüzüme çarptıktan sonra dağılan tüm vaatlerinle
Aceleye getirdin saatlerimi 
ya işgalin altındaydı gözlerim
ya da dost bilmek zorunda kaldım cerahatimi
Ötekiydim
Berikiydim
Yorgun şehrin vebalısı,
Kurdeşeniydim...
Almadınız beni aranıza
Korkuları emziren sancılığım
Esmer tenim
Hayal eden celladım
Ey sen el yordamıyla yaşadığım
Tuzlu yaram 
İştahsız yalnızlığım..." derken penceremizi saran ayva çiçekli dallardan ayrı düştük. Ahşap evlerin rutubet kokusu ce sarmaşıklı çardakların bedenlerimize ihtimam gösteren dokusu kaldı özlediklerimizle birlikte uzaklarda bir yerlerde. Dönüp geldiğimizde bizi büyüten ağaçların ellerinden öpmek, dev gövdelerine sarılıp hasret gidermek için, betondan bir mezarlık bulacaktık. Gitti her biri "primus inter pares" asil ruhlu zamanlar. İkinci dereceden tarihî eser restorasyonlarına kurban gitti güzel günlerimiz. Doğu Roma'dan, Osmanoğullarından, çakıldan, yabanî incirden, yosun kokusundan ve midye yarasından anılarımız vardı... Bir güne bakan çiçekleri kaldı gerimizde ve ben o gün anladım ayçiçeklerine neden "güne bakan" derler diye.
Damla damla eriyemezdim... Büklüm büklüm ezilemezdim, bitmek düşerdi bana bitemezdim... Melankolik başımda papatya taçları da olsa, sığındığım kollarda beni vuran bir delilik olurdu. Gideceksin bilirdim... Leylaklar başka leylak olacak diye içim yanardı onlarla mora boyanırken ruhum, bilemedim leylaklar başka leylak değil başkalarının olacaktı... Önceleri bu acı bana yetecek sandım. Ama bitmedi. Ben hiç ummadığım zeytin ağaçlarının önünde kara saplı bıçaklarıyla Bedri Rahmi'nin, yaralandım... Sen ey en sevdiğim! Kalbimi sırtımdan çekip çıkardın. Büyüdüm diye kimse tutmadı ellerimden; anladım kestane ağacı her zaman ayrı düşermiş kestanelerinden.
Neden sarmalandım zihnimde senden ve sana doğru giden düğümlerle ve neden ezberimdeki tüm şiirleri seninle imlâladım. Tuzağına düşmüştüm işte! Neyim varsa aldın ellerimden ardından tutukladın. Saflıkla yaşayan yanlarım ironik koşullanmalardan azâde kaldı, gerçeği pek erken kavradım. Tamamen ölmemek için yeterince kalabalık olmalıydım kendi içimde, ne de olsa her iyi niyetimde arkamda kendi cesedimi bırakacaktım.
Gider en nihayetinde temmuzlu güzel günlerimiz de kıymet bilmez ellerimizden, ancak sus payı mutluluklar yaşarız. Tebessüm mü, bir oh çekiş mi daha muteberdir ve ispat eder tatlı şeyleri bilemem. Acılardan azâde olunca uçurumlara doğru koşarız. Bir tek güne bakan çiçekleri kalır gerimizde ve biz o gün anlarız ayçiçeklerine neden "güne bakan" denilir diye. Ne yapsak yine yalnızızdır işte...

Hesiodos'un İşler ve Günler koşuğundan:
Saturnas'la Rhea'nın o mutlu çağlarında,
Kötülük, yorgunlukmuş nedir bilinmiyordu;
Tanrılar hiçbir şeyi esirgemiyorlardı;
Gözü doyan insanlar, artık barış içinde 
Kavgasız, gürültüsüz, mutlu yaşıyorlardı,
Değişmez törenleri daha bozulmamıştı.
Ölüm, suçlular için korkunç olan o ölüm,
Bu geçici yaşamda, yeryüzü zevklerinden
Ne tatlı bir geçişti, gökyüzü zevklerine
O çağın insanları mutlu cinlerimizdir,
Dayanağımız olan bahtlı şeytanlarımız;
Başımızda beklerler; yüreklerimizdeki
Cinayeti, acıyı söküp atmak isterler.

Hiç yorum yok: