27 Ağustos 2012 Pazartesi

"İşte bu!" ânı...

"Giderek artan sayıda insan, zaman zaman, kendi iç diyaloglarını dış dünyayla paylaşmışçasına yaşıyor ve bu, bazen ciddi ilişki sorunlarının yaşanmasına neden olabiliyor. Bir bakıma, bu insanların iç dünyaları ile dış dünya arasındaki sınır, iç dünyaları lehine genişliyor ve belirsizleşiyor. Örneğin, söylemedikleri halde söylemiş olduklarına inandıkları bir söze göre davrandıklarında, bu durum karşılarındaki insanı çileden çıkarabiliyor. Oysa onlar, o kişiyle iç dünyalarında yarattıkları diyaloğu, dış dünyada da gerçekleşmiş gibi yaşıyorlar."

Engin Geçtan - Hayat - s. 126

7 yorum:

negatif dedi ki...

ne tesadüf, önceki alıntıyı da 126. sayfadan yapmışım. "126"nın bilmediğim bir anlamı olabilir mi? yoksa, ona anlam yüklemeli miyim? yoksa bu basit rastlantı "genelleme" yapmak için yeterli değil mi?
bir şeyin genellenebilmesi için kaç kez gerçekleşmesi gerekir? bilen var mı? yoksa 1 kere gördüğümüz ve hatta bazen görmediğimiz bir kişiyi, olayı, durumu hiçbir çekincemiz olmadan genelleyebilir miyiz?

sorularımın yanıtlarını arıyorum.

alter ego dedi ki...

Bu durumu bir arkadaşla diyaloglarımızda sık sık yaşıyordum. Bir konudan bahsedecekken, mevzuya bahsedeceği konunun ortasından girip, sonuna doğru gayet olağan bir şekilde devam ederdi. Ben de olağanüstü bir çaba gösterip ortası ile sonunu bağlayarak bir anlam çıkartmaya çalışır ama çözemezdim. Daha sonra da ona anlamadığım şeyi sorduğum zaman, bu kadar basit bir şeyi nasıl anlamadığıma şaşırır, bana aptalmışım gibi davranırdı. Sorduğum soru üzerine bana anlatmamış olduğu başlangıç kısmını anlatırdı. Ben de verdiği cevap üzerine “bana bundan bahsetmemiştin ki nasıl bileyim?” derdim. O zaman dank eder, “sahiden sana bahsetmemiş miydim?” diye şaşırırdı. Hatta birkaç defa kendisi de demiştir “kendi kafamda sana söylediğimi düşünmüştüm, o zaman sana söyledim saymışım herhalde” şeklinde.

İlk başlarda bu kendi kendine konuşup benimle konuştuğunu zannettiği durumlardan ötürü şizofrenik bir problemi mi var diye düşünmüştüm ama o kadar ciddi değilmiş mesele. Sadece sıradan, hiçbir şeyin üzerinde durmadan, düşünmeden, hızlı yaşayan bir metropol insanı işte. Bugünün alelade sağlıklı bir insanı yani, benden sağlıklı olduğu kesin. Günümüz metropol insanlarının çoğunda varmış bu, bugün de sık sık karşılaşıyorum.

Benle konuşmak istediği bir şey olduğu zaman ve onu bana o an için söyleyemediği zaman sıkıntıya giriyor ve bu sıkıntıdan kendini kurtarmak için kendi kendine onu bana söylediğini varsayarak sıyrılıyordu sanırım. Bu bir tür sabırsızlıktan kaynaklanıyor olabilir. Bugün iletişim çağında herkesin anında birbirine ulaşabilmesi, anında duygularını düşüncelerini çeşitli platformlarda paylaşabilmesinin insanları getirdiği durum olsa gerek. Neticede sosyal medyada hayatını paylaşmazsa ölecek hastalığına tutulmuş insanlar var günümüzde.

Bugün sokaklarda en sık tanık olduğum telefon kavgası “niye telefonun kapalı! ne zamandır arıyorum ulaşamıyorum!” şeklinde bir diyalogla başlıyor. Eğer ki bir gün şarjı bitmeyen telefon icat edilirse o zaman yandık, cinayet oranlarında %100 artış olurdu herhalde, zira şu an tek bahane şarjım bitti bahanesi.

Neyse ya, uzatabilirim yine gereksiz yere. Yani diyeceğim o ki; oluyor böyle şeyler, insanların vakitleri yok, hayat hızlı, hemen her şeyi yaşamalıyız, hemen tüketmeliyiz, hemen bitirmeliyiz. Eğer diğer insanlar bizim hızımıza yetişemezlerse biz kendi kendimize de yaşar, tüketir, bitirebiliriz; insan çok karmaşık yapılı bir varlık yani neticede, her türlü imkanı yaratabiliyor kendine. Bugün tamamen sanal bir dünyada yaşabiliyor söz gelimi. Bu da hızla genişleyen kof bir içdünya yaratıyor işte.

negatif dedi ki...

bu durumun hızla ilgisi vardır belki ama ben daha çok çocukluğumuzdaki yaşantılarla ilgili olduğunu düşünüyorum. olmasını istediğimiz şeylerin bizim istediğimizden başka türlü olabileceğini düşünemiyoruz bazen. hepimiz buna benzer davranışlar sergiliyoruz. insanız çünkü. metropolde ya da küçük yerleşimlerde yaşamamız durumu değiştirmez gibi geliyor bana.

daha önce sık sık sözünü ettiğim bir şey bu. çocukların benmerkezciliği aklıma geliyor hemen. küçük yaşlarımızda dünya sadece bizim algıladığımız kadar vardır. bebeğin oyuncağını onun görmeyeceği bir yere koyduğumuzda bebek, oyuncağın yok olduğunu sanır. annesi odadan çıktığında ağlamaya başlaması da bundan. göremiyorsa annesi yoktur. biraz ilerleyen yaşlarımızda görmesek bile nesnelerin var olduğunu öğreniriz. fakat bu sefer de başka şeyler olur. biz ne görüyorsak başkalarının da onu gördüğünü sanırız. bizim düşündüğümüz başkalarının da düşündüğüdür, bizim canımız acıdığında başkalarınınki de acır. çocuk benmerkezciliği diyorlar buna. söylemediği halde söylemiş gibi davranan insanların yaptıklarına benziyor.

insanlar zorluklar karşısında önceki yaşantılarına geri dönebilirler. başımıza bir şey geldiğinde ağlamamız gibi. çişini tutması gerektiğini öğrenmiş bir çocuğun bir zorlukla karşılaştığında çişini kaçırması gibi. alıntıladığım kısımda sanki öyle bir durum var ve insanlar çocukluktaki yaşantılarına dönüyorlar. ya da "çocuk benlik durumu"na. eric berne'in transaksiyonel yaklaşımına göre, insanlar başkalarıyla etkileşime girerken çocuk, ebeveyn ve yetişkin benlik durumlarından birini baskın olarak kullanır. İnternetten şöyle rastgele bir alıntı yapayım:
"Benlik Durumları Arasındaki Etkileşim: Ruhsal anlamda sağlıklı olan bireyler, her üç benliği duruma göre kullanırlar. Kimi yerde çocuk benlik durumunu kullanırken, kimi durumda ise yetişkin benlik durumun kullanabilir. Özellikle yetişkin benlik durumu, çocuk ve ana-baba benlik durumları arasında arabulucu görevindedir. Örneğin, muhtaç birini gördüğümüzde, çocuk yanımız boş ver, bu para ancak sana yeter, diye bizi yardım etmekten alıkoymaya çalışır; ana-baba yanımız ise, bütün paranı ona ver diyerek bizi parasız bırakmaya yönlendirir. Yetişkin yanımız devreye girerek, "paranın bir kısmını kendine sakla, bir kısmını da ona ver" diye orta yolu bulmamıza yardım eder.

bu benlik durumları, freud'un id-ego-süperego kavramlarına benziyor.

bilgileri böylece ortaya bırakıverdikten sonra toparlamaya çalışayım. söylemeyip de söylemiş gibi yapmak bence çocukluğumuzdan kalma bir davranış.

alıntıyı yaptığım kitapta insanların hızlı yaşama çabasının içindeki boşlukları görmemeye çalışmasıyla ilgili olduğu söyleniyor. ölüm korkusundan kaynaklanan boşluğu hızla dolduruyorlar gibi bazı şeyler söylenmiş.

(yorumu yazarken hiçbir şeye dikkat etmedim. hatta sadece bazı şeyleri de anayım diye öylesine yazıvermiş gibi oldum. pek dikkate alınmamasını dilerim.)

alter ego dedi ki...

metropol insanından kastım hızlı yaşayan insandı sadece. küçük yerleşimlerde bu kadar hızlı, hafif/uçucu zihinsel süreçler yok. köyde yaşarken, orada yaşayan birisiyle bir şeyler konuştuğumuz zaman, tekrar bir araya geldiğimizde, o kaldığımız yerden konuşmaya devam edebiliyorduk söz gelimi. fakat metropoldeki insanlarla dün konuştuğumuz bir şeyin devamını ertesi gün getiremiyoruz. burada daha çok ram hafızası kullanılıyor gibi. yaşayışlar kavrayıştan hızlı seyir gösteriyor ve yaşanmış her şey havada kalıyor gibi. birçok zihinsel süreç de tamamlanamıyor böylece. küçük yerleşimlerde ise yaşam ağır ve kavrayıştan ağır işliyor. falan filan işte

negatif dedi ki...

ben o kadarını anlayamıyorum. diyecek bir şey de bulamadım, kafam bulandı :) en iyisi kitabı tavsiye etmekle yetineyim.

abuk dedi ki...

kendinize gelin lan (bu mesaj yeterli olur sanırım).

bu arada teşekkür ederim pek sayın Negatif Beyciğim. şu sayfa numarası yazma tavsiyemi dikkate aldığın için.

negatif dedi ki...

"genç akademisyenler rahatsız" olmasın diye.
rica ederim kabuklu kuruyemişim, bir tavsiyeni iki etmem (bazen).